Prof. Şerif Mardin 'in Ayşe Arman 'la yaptığı söyleşi ( Hürriyet /06/09), 1990'larda "de facto" hızlanan, şimdi yeni bir anayasayla da "de jure" hale gelmek üzere olan "restorasyon" sürecinin en önemli dinamiklerinden "transformismo" (1) olgusuna ilişkin çarpıcı bir örnek oluşturuyor.
Şimdiden bilemeyiz... Bekleyiniz
Mardin, Arman'ın "Hayat tarzımız değişebilir mi? Malezya olur muyuz? Kadınların gerçeği?.. Takıyye mi yapıyorlar? İstediğim gibi giyinemeyecek, Boğaz'da içki içemeyeceksem ne yapacağım? AKP'ye merkez sağ demek doğru mu? AKP konusunda yanılmış olabilir miyiz" olarak özetleyebileceğimiz sorularına, özetle, "Korkularınız yersiz olmayabilir. Bilemeyiz, bekleyip görmek gerekir" gibisinden cevaplar veriyor.
Böylece, söyleşi, iki işi birden "başarmış" oluyor. Birincisi, AKP'den huzursuz olanların, haz temelli, "maddiyatçı" ve "dekadan" yaşam tarzlarını (ayrıcalıklarını) kaybetmekten korkan, halkının maddi ve manevi sorunlarına yabancı ve ilgisiz bir seçkinlerden oluştuğuna ilişkin "fanteziyi" bir kez daha pekiştiriyor. İkincisi, Mardin, bu söyleşide, hem bu kaygılara "anlayışla" yaklaşarak Arman gibi düşünenleri, siyasal İslamın "pasif karşıdevrim" sürecine yabancılaştırmıyor. Hem de, "belki de değildir" (Ah! Aziz Nesin .), "bekleyip görelim" diyerek, liberal entelijansiyayı, siyasal İslama bağlayan "değişti-değişmedi" tartışmasına sadık kalarak, pratikte AKP'ye "pasif karşıdevrimi" (restorasyon) tamamlaması için gerekli süreyi tanımakla eşanlamlı bir tutum öneriyor. Bu arada, demokrasi adına, "konuşacaksınız" , "söyleyeceksiniz" gibi, özgürlükçü ve akılcı (inanca değil bilgiye dayalı) bir tartışma ortamı yoksa, pratikte hiçbir etkisi olmayan önerileri sıralıyor.
Mardin'in sözleri, bana, örümceklerin avlarının bedenine enjekte ettikleri uyuşturucu ve protein eritici sıvıyı anımsattı. Demokrasinin biçimselliğine/ritüellerine kanarak, bu bekle gör tutumunu benimseyenler, hem siyasal İslamın toplumsal ilişkilerinin, yasal kazanımlarının yaşam tarzlarını (bedenlerini) gittikçe daha çok sardığını hem de saflarının (kaslarının) gittikçe eridiğini (transformismo), tepki gösterme kapasitelerini yitirdiklerini görecekler.
Prof. Mardin'in, Chantal Mouffe 'tan söz ettiği için, hegemonya süreçleriyle ilgili tartışmaları bildiğini varsaymamız, buradan hareketle de ne yazık ki, akademik ve kişisel saygınlığıyla "transformismo" sürecinde önemli bir katalizör işlevi gördüğünü de kabul etmemiz gerekiyor.
Popülizm ve yerellik
Diğer taraftan, söyleşide, siyasal İslamın tırmanan iktidarına karşı direnmek isteyenlere yararlı olabilecek ipuçları da var. Örneğin, Mardin söyleşiye başlarken konuya Yusuf Akçura 'dan girip Rus Narodnik hareketinden geçerek, sözü AKP'nin karakterini konuşmaya getirdiğinde, karşımıza tam anlamıyla popülist, yerel (ulusal ve vatandaşlık gibi soyut aidiyetlere değil din, tarikat, mahalle gibi somut aidiyetlere dayalı), bu zeminde derin bir biçimde örgütlenmiş (Nakşibendilik) bir siyasi hareketten güç alan bir siyasi parti/hareket resmi koyuyor. Ancak, Mardin, Arman'ın temsil ettiği kesimin duyarlılıklarını "paylaştığı" izlenimini verdikten, bekleyip görmek gerektiğini vurguladıktan, olası itirazlara karşı "demokrasi kaostur" (herkes her istediğini söyler) dedikten sonra, "sakın darbe olmasın" diyerek "gardını" alıyor...
Bunlardan en azından iki ders çıkarılabilir. Birincisi, AKP'nin tabanıyla arasındaki, popülist (havuç/sopa, seçkinler-kalabalıklar dinamiğine, "onurlu yalana" , dayalı) bir ilişkidir. Bu ilişki salt şiddet ve bastırmayla değil, ancak bir "karşıt hegemonya" hareketiyle kırılabilir. İkincisi, belli ki, bu "pasif karşıdevrim" süreci, çok kritik bir aşamada. Siyasal İslam'ın "transformismo" ile yanına çektiği kesimin desteğine hâlâ büyük gereksinimi var.
Solun ve sosyalistlerin, bu konjonktürü değerlendirebilmek için ilk önce aydınlanma geleneğinin ( aklın eleştirisi, özgürlük, demokrasi, toplumsal ilerleme ) çocukları, ürünü olduklarını, bu geleneğin yadsınarak aşıldığı, ama şimdi restore edilmeye çalışılan dini hakikatlere dayalı evrenin içinde, hiçbir düzeyde, var olamayacaklarını anımsamaları gerekiyor... Ondan sonra belki liberal entelijansiyayı da yeniden kazanabilecek bir karşıt hegemonya inşa etmeye girişmek söz konusu olabilir. Bu bağlamda, ulusal bağımsızlık, halkçılık (popülizm değil), tüketim toplumunun kültür ve ahlakına, hümanist bir karşı çıkış, siyasal İslamın hegemonyası altındaki kesimlere ulaşmak için bir başlangıç noktası, bir köprü olabilir.
1) İktidarı ele geçirmeyi hedefleyen bir siyasi hareketin, rakipleriyle arasındaki "alanda" yer alan kanaat önderlerini ve siyasetçileri süreç içinde kendisinden yana "dönüştürmesi" anlamına gelen bu kavramı siyasal İslamın toplumsal yapıyı ele geçiriş sürecini irdelerken, Gramsci nin "Hapishane Defterleri" yapıtından anımsamış, Cumhuriyet'teki yazılarımda, 7 Haziran'da Tempo dergisinde yayımlanan "İran'la-Mısır arasında Türkiye" başlıklı denememde kullanmıştım.
Tuesday, September 25, 2007
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
4 comments:
Sosyalistlerin “transformismo” sürecini durdurabilmesi için, çokkültürcülük (multiculturalism) bilinç karartmasından sıyrılarak, herşeyden önce en temel, yapısalcı sosyolojik nosyonlara geri dönmeleri gerekir: Marksist Topik (altyapı-üstyapı ilişkisi).
Ancak Marksist Topik’i anımsamaları da güncel durumu anlamaları için yeterli değildir. “Din, cinsiyet ilişkileri, kadın sorunu, bizim ana sorunumuz değildir” diyorlarsa olmaz.
“Üstyapı” üzerine çalışmaları, bunu yaparken de kendileri üzerinde çalışmaları (“travaille sur soi”) gerekir. Bakalım dünyayı değiştirmeye ne kadar hazırlar? Kendi gündelik yaşamlarında ve cinsiyetlerinde temsil ettikleri iktidar ilişkilerinden, bu ilişkilerin verdiği keyiften kendilerini koparabiliyorlar mı? Kapitalizmin ideolojik evrenini yeniden üreten aile, cinsel ahlak, namus kurumlarını yıkmaya hazırlar mı? En mahrem, en tabu değerleri sorgulayabiliyorlar mı?
Çünkü:
1. Cinsel bastırma, boyuneğme ve itaat kültürünü besler. Düzenin eleştirisini, isyan ve örgütlenme enerjisini soğurur.
2. Erkek – sosyal yaşamında proleter de olsa – evde patronu, kadın da emekçiyi temsil eder. Charles Fourier’nin dediği gibi “tıpkı mantıkta iki olumsuzun bir olumlu ettiği gibi, evlilik ahlakında da iki fahişelik bir iffet eder”. Bu formülün tarihsel geçerliğini Sümerolog hoca İlmiye Çığ anlatmıştı. Fourier kestirmeden şöyle açıklıyor: kadın hem karşılıksız ev emeğini, hem de cinselliğini, yani ancak her ikisini birden erkeğin keyfine ve kullanımına sunduğu zaman iffetlidir! Bunlardan biri tek başına yetmez (patron-sekreter fıkralarındaki nükte, hep bu mantık oyunu üzerine kuruludur).
3. Kadının karşılıksız ev emeği, erkeğin aldığı reel ücreti düşürür. Kadının eve kapanması, işsizlik sorununa da etkili bir çözümdür: Hitler “Alman kadınının yeri evidir” diyerek, depresyon yıllarında işsizlik sorununu çözmüştür.
İslamın cinsiyet politikasına karşı çıkış ancak böyle olur:
1. hem domestik düzeyde sömürüye,
2. hem uluslararsı düzeyde sömürüye (emperyalizme),
3. hem kendi özel hayatında sömürüye, baskıya, ayrımcılığa,
4. hem de kendi iç ruhsal dünyanda içselleştirdiğin baskıya karşı çıkacaksın.
Hepsi birden! Marx’tan bu yana teori, bu baskı türlerinin hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğunu buldu ve formüle etti. Okuyan bilir.
İslamcı cinsiyet rejimi ve okullarda başörtülü kız öğrenci tartışmasına geri dönelim:
İslamcı cephenin “kızın kendi özgür seçimi, inançları gereği başını kapıyor” argümanı çok geçerlidir.
Bu argümanın karşısına laik aydın cephe, “başörtüsü onun seçimi ise, mini etek de benim seçimim, mahalle baskısı nedeniyle ya bir gün ben mini etek giyemezsem....” argümanıyla çıkıyor – ki bu çok zayıf bir argüman! (Ve islamcı cephenin yanıtı hazır: “biz demokratız benim ailemde de başı açık kadınlar var, kimseye baskı yapmayız, baskı asıl size mahsus”)
Oysa laik cephe (solcu, sosyalist, aydın, devrimci – her ne ise, hepsi birden olmalı) şu argüman ile ortaya çıkmalıydı: “okulda çocuğuma gebelikten korunma yöntemleri öğretilmeli, çiftler birlikte olabilmeli, ders arasında sevişenler rahatsız edilmemeli, bekaretin ve cinsel bastırmanın zırva olduğu öğretilmeli”.
Var mı bunu talep edebilecek bir Cumhuriyet aydını? Bir solcu? Bir sosyalist? Bir babayiğit?
Eğer varsa işte o zaman islamcı cephenin maskesi düşer. O zaman isteyen başörtüsüyle gelsin, sorun değil.
Engin Kutay diyorki:
"Bakalım dünyayı değiştirmeye ne kadar hazırlar? Kendi gündelik yaşamlarında ve cinsiyetlerinde temsil ettikleri iktidar ilişkilerinden, bu ilişkilerin verdiği keyiften kendilerini koparabiliyorlar mı? Kapitalizmin ideolojik evrenini yeniden üreten aile, cinsel ahlak, namus kurumlarını yıkmaya hazırlar mı? En mahrem, en tabu değerleri sorgulayabiliyorlar mı?"
Bence hakli. Ama cocuktan em klemeden kosmasini beklemek te abes. once su sorua cevap bulmali: "Bakalım dünyayı değiştirmeye ne kadar hazırlar? ". Bu soruya olumlu cevap veren,le ikici kisim tartismaya baslanabilir... simdilik emekleme asamasinda bile degiliz. 1989'da 1848'e kadar geriledik. Simdi ordan basliyoruz ikici kez...
Demokratik yol ve yöntemler (fikir ve düşüncelerin karşılıklı beyanı ve gerekçelendirilmesi – argumentation) kullanarak başörtüsü, tesettür (ve genelde islami cinsiyet rejimi) tartışmasında, laik cephenin dinci cephe karşısında galip gelme olasılığı sıfırdır. Laik cephe bu savaşı yitirecektir.
Çünkü:
Bir konuda görüş ayrılığının giderilmesi, anlaşmazlığın sonuçlandırılabilmesi için, taraflardan en az birinin beyan ve gerekçelendirmelerinde dürüst olması gerekir. Yani fikir ve görüşlerinin gerçek nedeni ile beyan ettiği gerekçelerin birbirini tutması gereklidir. Taraflardan en az biri dürüst ise, öbür tarafı dürüst platforma çekme şansı vardır. Başörtüsü tartışmasında her iki taraf da dürüst değildir. Üstelik laik cephe, tam da dinci cephenin dürüst olmadığı konuda kendisi de dürüst değildir, bu nedenle tartışmada hiç mi hiç şansı yoktur.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, bir gerekçe (argument), dürüst (sound) olmasa bile geçerli (valid) olabilir. Geçerli bir gerekçeye aykırı yine geçerli başka bir gerekçe sunulabilir ama bu durumda taraflardan en az biri dürüst değildir (doğru olmayan öncüller kullanmaktadır). Öte yandan taraflardan en az biri dürüst ise, karşı tarafın izlediği mantığı izleyerek (demokratik tartışma ahlakı) dürüst olmayan tarafın atladığı ya da saptırdığı öncülleri bulma ve gösterme şansı vardır – ki tartışma ancak bu yolla sonuçlandırılabilir. Çünkü gerekçenin geçerliğini (validity) her insan ya da makina gösterebilir, ama bir önermenin doğruluğunu göstermek için, gerçeği bilmek ve namuslu olmak gerekir.
Başörtüsü tartışmasında, laik cephenin dinci cephe karşısında galip gelme şansı yoktur. Çünkü bu tartışmada, her iki taraf da dürüst değildir (gerekçelerindeki öncüller, bildikleri ve farkında oldukları olgulara karşılık gelmemektedir); ancak dinci cephenin gerekçeleri geçerli gerekçeler iken, laik cephenin gerekçeleri, üstüne üstlük geçersiz gerekçelerdir.
Örnek:
- Dinci cephe, başörtüsünün kişisel inanç, özgür seçim gereği kullanıldığı için, inanç özgürlüğü olan her yerde kullanılabileceğini söyler. Laik cephe ise, başörtüsü siyasal bir simge olduğu için, okullarda ve kamusal alanda kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Siyasal simge gibi görünmeyen başörtüsü kullanımına ise itiraz etmediğini söylemektedir (“babaannelerimizin başörtüsüne karşı değiliz”). Dinci cephenin gerekçesi geçerlidir, laik cephenin gerekçesi geçersizdir, çünkü siyasal simge olarak kullanılan başörtüsü, aynı zamanda kişilerin özgür seçimi ve inançları gereği de kullanılıyor olabilir – ki büyük olasılıkla öyledir. Öyleyse ister siyasal simge olsun ister olmasın, aynı zamanda özgür seçim ve inanç gereği ise, sosyal yaşamın her alanında kullanılması talep edilebilir (ya babaanneniz okula gidecek kadar genç olsaydı? Olmaz ya, ama ya oldu da babaanneniz üniversite sınavına girdi ve kazandı ise?....).
- Hem dinci cephenin hem de laik cephenin gerekçeleri dürüst değildir: dinci cephe tesettürün inanç ve özgür seçim gereği kullanıldığını söylüyor; laik cephe ise “inanç ve özgür seçim gereği olsaydı karşı çıkmazdık, ama değil....” diyor. Demek ki her iki cephe de, tesettürün inanç ve özgür seçim gereği kullanılabileği bir durumu kurgulayabiliyor. İnsan aklı, eğer bu durumu kurgulabiliyor ama olayın merkezindeki “özgür seçim” nedenini sormuyorsa, dürüst değildir, namussuzdur. Bir seçim, ancak bir gereksinime karşılık geliyorsa onay görür ve seçilir. Öyleyse tesettür toplumda hangi gereksinime karşılık geliyor da seçiliyor, onay görüyor, savunuluyor? Kitapta yazdığı için mi? ABD ılımlı islam istediği için mi? Tabii ki değil.
- Hem dinciler hem laikler, bu ülkede yaşayan herkes şunu çok iyi bilir: Bir kız babasının en büyük korkusu nedir? Kız üniversiteyi kazanmış, öğrenci, reşit olmuş.....
“Ya kızımız orospu olursa...”
Bir kızın hoşlandığı bir erkekle yatması, ortalama Türk insanına göre “orospuluk”tur.
Öyleyse baba ne yapacak?
- Laik aile babası “benim kızım yapmazzzz!...” der.
- Dinci aile babası daha sağlamcıdır, işi garantiye alır!
Her giyim tarzı belli anlam ve göstergeler yüklüdür (semiotics). Bunların illa siyasal olması gerekmez ama hepsi de siyasallaşabilir. Bu göstergeleri anlamak için Saussure okumaya gerek yok. Gündelik yaşamın içinde her birey bunların zaten farkındadır.
İşte dinci aile babası (dinci olmasa da böylece dinci olabilir) bu korkusuna mükemmel bir formül bulur: tesettür! Tesettür, çevredeki erkeklere “bana yaklaşma, ben namusluyum” ya da “ben yobazım” mesajı verir – ki her iki durumda da erkekler o kızdan uzak dururlar. Tesettür, Kitapta yazdığı için değil, babanın korkusuna mükemmel bir çözüm getirdiği için onay görür.
Öyleyse asıl sorun başörtüsünün “siyasal simge” olması değildir, tam tersine daha “simge” olmadan önce, “imge” olmasındadır. Babanın koyduğu seks yasağının ve bunu benimseyen, içselleştiren kızın namusss imgesidir. Bacakarası namusss hem laik hem dinci tarafın derdi olduğu için, imgenin gerçek anlamı, gereği, işlevi üzerine, yani seks yasağı üzerine doğrudan konuşulmuyor, kör kör parmağım gözüne herkesin bildiği ve farkında olduğu bu işlev, tartışmanın odağından kaçırılıp örtbas ediliyor, böylece laik tarafın gevelediği saçma sapan gerekçeleri “özgür seçim” etiketi sayesinde aşarak toplumda imgesel işlevini sürdürüyor.
Şimdi tartışmayı, babanın başedemediği o feci Gerçeğe odaklayalım (çok eğlenceli olacak!):
Batı’da 13-14 yaşında öğrenciler, okullarda cinsel eğitim dersi almaya başlarlar. Kız öğrenciler plastik penislere prezervatif geçirerek prezervatif takmayı öğrenirler. Doktora götürülürler, erkeklerle daha yatmamış olsa bile doğum kontrol hapına başlatılırlar. Hap kullanmaya başlayan kız, kaygılanmadan ve canı istediğinde ilk denemesini yapar.
Şimdi Türkiye’de okullarda başörtüsünü serbest bırakalım, ama bir şartla: cinsel eğitim dersi de olacak ve başörtülü kızlar sırayla plastik dildoya prezervatif geçirmeyi öğrenecekler.
Hayal etmesi bile çok heyecanlı!
Cumhuriyet 02.10.2007
Prof. Dr. Berktay, kadınların kazanılmış hakları konusunda uyanık olması gerektiğini söyledi
(...)
'TÜRBAN ERKEĞİN KADIN ÜZERİNDEKİ SİMGESİ'
Türbanın dini simge olmasının yanı sıra artık insanların seçim haklarını da ilgilendiren bir konu haline geldiğini anlatan Berktay, "Çok daha militan, radikal İslamcı erkekler diplomalarını alırken, belki de hocaları dinleyerek etkilenip değişebilecek olan kadınlar dışarda kalıyor. Türbanı özgürleştirmek için anayasa düzenlemesi yapmak çok yanlış. Ne o ne de dini eğitim verme hakkının anayasada yeri yok . Türban ataerkilliğin, erkek egemenliğinin kadın üzerindeki simgesi. Burada rahatsızlık duyacak kimselerin mücadele etmeleri gerekir. Destekleyen erkekler de varsa ne güzel. Esas olarak bizlerin sorunu" dedi.
--------------------
Iste gevelemek derken tam da bunu kastediyordum. Neymiş bu "kazanılmış haklar"? Nasıl mücadelesini verecek bu hakların?
Galiba söylediği özetle şu: siz bize dokunmayın, biz size dokunmayalım. Anayasa düzenlemesi yapmak yanlış, yasal olmasın ama göz yumalım, çünkü "seçim hakkı", dışarıda kalmasınlar -ki hocalarını dinleyerek belki değişirler...
"Erkek egemenliği" dediğin her ne ise ("bastırma" kavramı ile ilişkilendirmediği için havada bırakılmış bir kavram), kadın buna karşı çıktığında ne kazanacak? Kadın neden ve ne için riske girecek de mücadele edecek? "Egemen" erkeğin egemenliğini sürdürmekteki somut çıkarları ve bu egemenlik sayesinde yaşadığı doyum nedir?
Öyle karmaşık içinden çıkılmaz sorular değil bunlar. Tersine kendisi böyle şifreli ve bulanık konuşarak konuyu içinden çıkılmaz yapıyor - ki işte, son 25 yılın trendi, sözde sosyal bilim rezaleti budur.
Bastırma Kuramı'nı (repression theory) neden atlıyorsun? Bunu kullansan herşey yerli yerine oturacak. Neden bastırmanın merkezindeki seks yasağından ve hem erkeğin hem kadının korkulu rüyası, özgür seks hakkından söz etmiyorsun?
Kadın sorununa böyle yaklaşmak, liberal solcuların sömürü ve emek kavramlarını atlayarak, durmadan demokrasi lafını geveleyerek solculuk yapmalarına benziyor.
Post a Comment