19 Eylül 2012 - Cumhuriyet
“Dünyanın düzeninin”
dokusu çözülüyor. Ama kimi zaman, tüm dikkatler, tek bir olayın, geçen
hafta olduğu gibi Müslümanların protesto eylemleri üzerinde
yoğunlaşınca, bu çözülmeyi sergileyen çok önemli gelişmeler gereken
ilgiyi göremiyor.
Geçen hafta, Senkaku Adaları anlaşmazlığı krize dönüştü. Çin
savaş gemileri Japonya karasularına girdi. Japonya ABD ile yeni bir füze
kalkanı anlaşması imzaladı. Karşılıklı tehditler havada uçuşmaya
başladı; kanlı bir ortak geçmişe sahip bu iki büyük güç bir sıcak
çatışmanın kıyısına geldiler. Bu sırada Çin’in
büyük kentlerinde, kalabalıklar Japon konsolosluklarına, dükkânlarına
saldırıyor, savaş sloganları atıyorlardı. Japon şirketleri dükkânlarını,
fabrikalarını kapatıyordu. Olaylar, Çin ekonomisi hızla irtifa
kaybetmeye, gelir dağılımı bozulmaya, toplumsal muhalefet yükselmeye,
parti içinde liderlik mücadelesi sertleşmeye başlarken yaşanıyordu. Kim,
sokaklardaki milliyetçi ruh halini, iki ülke arasındaki tarihten,
ekonomik krizin baskısından, Çin yönetiminin seçkinlerinin bir taraftan
bakınca ulusalcı, öbür taraftan bakınca emperyalist duyarlılıklarından
ayrı düşünebilir?
Bir ülkede, Çin’de veya Arap
dünyasında halk sokaklara döküldüğünde, kimilerinin aklı hemen
komplolara, provokatörlere gidiyor. Esas sorun, komploların,
provokatörlerin varlığı değil. Bunlar devletler düzeninin ayrılmaz bir
parçasıdır. Esas önemli olan, kitlelerin bunların manipülasyonlarına bu
kadar tutkuyla cevap verebilecek bir konuma gelmiş olmasıdır.
Pazartesi günü, ABD basını halkını aldatmaya devam ederek “aslında, salt bizimle ilgili değil, bu ayaklanmaların arkasında Selefi Müslüman Kardeşler’in iktidar savaşı var” yayını yapıyor, “Ortadoğu’da yaptıklarımızdan kaynaklanmıyor” demeye getiriyordu. İyi de, nasıl oluyordu da bu “iç çatışmalar” ABD düşmanlığı üzerinden yaşanıyordu?
Japonya-Çin gerginliğine dönünce de tatsız sorularla karşılaşıyoruz. Japonya ile Çin arasında bir sıcak çatışma başlarsa, Çin’i baş sorunu, Japonya’yı da bölgede en temel müttefiki olarak gören ABD’nin tutumu ne olabilir? Bu tutuma Rusya (pazartesi günü Kuzey Kore’nin
borçlarını siliyordu) ve Hindistan nasıl cevap verir? En önemlisi,
dünya böyle bir denklemi hesaba katma noktasına nasıl gelmiştir?
Din savaşlarına geri mi dönüyoruz?
Bu patlayıcı karışıma geçen hafta iki “aktif madde” daha katıldı.
ABD ve İngiltere, Basra Körfezi’nde bugüne kadar görülmemiş büyüklükte bir deniz tatbikatına başladı. The Daily Telegraph’ın yorumu “İsrail İran’ı vurmaya hazırlanırken ABD tatbikat yapıyor” biçimindeydi. Çin açısından İran’ın, Ortadoğu’ya, enerji kaynaklarına çok önemli bir giriş noktası olduğunu anımsayıp Suriye’ye geçelim.
Suriye’de yükselmeye başlayan
demokratik muhalefetin, ABD-AKP Türkiyesi-Suudi Arabistan ve Körfez
Emirlikleri ekseni tarafından çalınarak bir iç savaşa dönüştürülmesinin
arkasında, esas olarak Beşşar Esad rejiminin yıllardır bilinen kötülüklerinin değil, İran-Hizbullah bağlantısının olduğunu biliyoruz. Suriye’nin
Rusya kaynaklı hava savunma kapasitelerinin havadan müdahale etmeyi
neredeyse olanaksız kıldığını, iç savaşın giderek Selefi-Müslüman
Kardeşler grupların Alevilere karşı savaşına dönüştüğünü de.
Bu koşullarda Suriye’de yaşayan
Hıristiyan topluluklar giderek korkmaya başlamıştı. Geçen hafta Daily
Telegraph, Maruni, Ortodoks ve Ermeni Hıristiyan toplulukların,
mahallelerini, kiliselerini korumak için, silahlanarak rejim yanında
savaşa katılmaya başladığını aktarıyordu. Ermeniler, Özgür Suriye Ordusu
olarak bilinen Selefi ağırlıklı savaşçıları Türkiye’nin gönderdiğine işaret ediyormuş.
AKP Türkiyesi’nin büyük bir istekle taraf olduğu Suriye iç savaşı şimdi Batı muhafazakâr kesimlerinin gözünde, “Müslüman-Hıristiyan savaşına” ilişkin bir boyut kazanmaya başlıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun en son “ulusçuluk” analizleri ise (Hürriyet) AKP Türkiyesi’nin bu dokusu çözülen dünyaya uyum sağlayamayacağını düşündürüyordu: “19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da
feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise tarihten
gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler
ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı
geldi.”
Bu satırlarda, ideolojiyi, kültürü, siyasi hareketi birbirine
karıştıran yaklaşımı atlayalım, daha önemli sorunlara bakalım. Bunlardan
biri ulusçuluğu, etkilerini kapitalizmin, sınıfların doğuşuna değil,
feodaliteyle bir başka prekapitalist formasyon arasındaki farka
bağlayarak açıklamakla, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan, bölüşen kapitalist emperyalist dinamiği anlayamamakla ilgili. İkincisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun, fetihle, baskıyla kurduğu, bir arada tuttuğu düzenin “organik yapılar” olarak anılıp kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde arzulanmasıyla ilgili.
Bu ulusal kimlikleri, imparatorluğun boyunduruğundan kurtulma çabalarını “suni”, imparatorluğu
doğal kabul eden yaklaşımla ne Kürt sorunu ne de Arap dünyasındaki
gelişmeler anlaşılabilir; ne de bu ülkenin halkları, çözülmekte olan
düzende aniden ve hızla gelişen fırtınalarından korunabilir.
Tuesday, October 02, 2012
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment