Seçimlerden sonra patlak veren yasaklı milletvekilleri olayı, Türkiye - Suriye arasında bir çatışma olasılığıyla birlikte giderek artan gerginlik, aklıma, AKP’nin ilk yıllarında sıkça başvurulan, “iç ve dış dinamiklerin ilk kez çakıştığına” ilişkin bir açıklamayı getirdi.
Yine böyle bir çakışma gelişiyor ama bu kez, destekleyici dinamiklerden daha çok kriz eğilimleri var karşımızda. İlginç günler bekliyor hepimizi: AKP bugüne kadar hiçbir ciddi krizin sınavından geçmedi ki...
Dünden bugüne ‘dinamikler’
AKP’nin doğuşunun, iktidara gelişinin kısa tarihine bakınca, ülke içinde, IMF programının etkisiyle patlak vererek, tüm siyasi sınıfı (Poulantzas’ın bir deyişini ödünç alırsak, “devletten sorumlu sınıfları”) halkın gözünde itibarsızlaştıran bir mali krizle karşılaşıyoruz. Bu ortamda AKP, IMF karşıtı, AB yanlısı ve “Kürt Sorunu”nu çözme iddiasıyla ortaya çıktı, “yeni” olmanın çekiciliğinden yararlandı. Bu iç dinamik, ABD’nin 11 Eylül’ün arkasından benimsediği imparatorluk stratejisinin ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin gereksinimleriyle çakıştı. ABD bölgede kendine bir destek, Batı’yla ve liberal ekonomi politikalarıyla barışık bir müttefik arıyordu. İşte bu nedenle Tayyip Erdoğan “Oval Ofis”te hiçbir resmi sıfatı yokken misafir edildi, zamanın CHP’si Erdoğan’ın Meclis’e girmesine olanak sağlayacak “özveriyi” gösterdi. Liberal entelijansiya da AB rüyasına, demokratikleşme fantezisine ve “vesayet rejimi” söylemine sığınarak AKP’yi desteklerken kendi “yavaş intihar sürecini” de başlatıyordu.
Bugünlerde, oldukça farklı bir konjonktür gelişiyor. Öncelikle AKP’nin gelinen noktada, seçimlerde yüzde 50 oy aldıktan sonra, artık kimsenin yardımına ve desteğine gerek duymadan davranmaya başladığı söylenebilir. Başbakan’ın deyimiyle “çıraklık dönemi” bitmiş.
Ve işte tam bu noktada, tam AKP “ustalığını” sergilemeye hazırlanırken, iç ve dış dinamikler, tehlikeli kriz eğilimleriyle birlikte yeniden devreye girmeye başlıyorlar. Düne kadar, nasıl olur da yargı (atanmışlar), seçilmişlerin (“halkın iradesinin”) önüne geçer diyen, her fırsatta dış “dinamiklere” giderek yakınmaktan, destek aramaktan çekinmeyen AKP’nin, bu kez atanmışların (yargının), seçilmişlerin önüne geçen kararlarından ışık hızıyla yararlanmaya çalıştığını görüyoruz. Biz, dün, referandumda “hayır” derken tam da bugünleri düşünüyorduk. “Yetmez ama evet”in “yararlı salakları” acaba bugünlerde ne düşünüyorlar?
Dış dinamiklere gelince, orada da yeni rüzgârlar esiyor. Dün AKP’yi, otokratların dünyası Ortadoğu’da, demokrasinin “Deniz Feneri” olarak tanımlayan, “katı laikçi, kara gözlüklü generallerin darbe tehditlerine karşı” Arap Dünyası’nın liberallerini de cesaretlendirmek için, “mutlaka seçimleri kazanmalıdır”, “başyazılarıyla” destekleyenler, şimdilerde, Erdoğan’ın otokratik eğilimlerinden, “Yeni Osmanlı” hayallerinden yakınıyorlar.
Otokratın iyisi...
Bu değişen havaya bakarak, ülkenin iç siyasetine, dışardan demokratikleştirme ayarları bekleyenlere kötü bir haberim var: Bu sözde eleştiri havasının içinde, bölge jeopolitiğinden kaynaklanan zehirli gazlar da var.
Dış dinamikler, AKP yönetimini, Ortadoğu’da bu kadar saygınlık kazanmasına olanak veren “sıfır sorun” politikasından uzaklara, komşularıyla, önce Suriye, sonra belki de İran’la savaşmak zorunda kalabileceği bir noktaya doğru sürüklüyorlar. Savaş olasılığına doğru sürüklenen bir ülkede, demokratikleşme değil “güçlü lider” gereksinimi, “nüfus denetimine” yönelik yeni önlem arayışları öne çıkar!
İthalatı, konut piyasasındaki köpüğü büyütmeye devam eden dış kaynaklar sayesinde, eninde sonunda Türkiye’yi de ziyaret edecek olan mali kriz de demokratikleşmeyi değil, istikrar talebini güçlendirecektir. Bu bağlamda bir örnek Yunanistan: Geçen hafta Financial Times’da Samuel Brittan, bir süredir unutulmuş bir opsiyonu anımsayarak, “Askeri bir rejimin dahi düzeni sağlayabileceğini sanmıyorum” diyordu...
“İstikrarın” demokrasinin önüne geçtiğini düşündüren ikinci örneği de ABD dış politika çevrelerinin etkili dergilerinden The National Interest’de, Robert Kaplan’ın (Center for a New American Security ve Pentagon’s Defense Policy Board üyesi), Çin’de Deng Xiaopeng, Güney Kore’de Park Chung Hee, Singapur’da Le Kuan Yew gibi “liderleri” öven yazısında rastladım. Bu liderler, Batı’nın istikrarsız, hatta kaotik demokrasi deneyimlerine yol açan “bireysel özgürlüklere” önem veren bir siyaset anlayışını değil, görevlere, otoriteye saygıya dayanan istikrarı, ekonomik refahı amaçlayan politikalar izlemişler. Bu anlamda, Kaddafi, Esad, Bin Ali, Mübarek, Suudi hanedanının aksine birer “iyi otokrat” olarak tanımlanmayı hak ediyorlarmış...
Wednesday, June 29, 2011
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment