“Uygarlıklar çatışması” teorisinin yaratıcısı Samuel Huntington 24 Aralık 2008 günü öldü. Huntington’un teorisi,“soğuk savaş” sonrası dönemde uluslararası ilişkileri sağlıklı bir biçimde düşünme çabalarına büyük bir darbe vurdu ama tarihin çok özel bir anında gündeme geldi, çok özel bir gereksinime cevap verdi. Bu yüzden, 1993’te Foreign Affaires dergisinde yayımlandıktan sonra, üzerine adeta bir çığ gibi gelen eleştirilere karşın bu teori kısa sürede ABD’den Ortadoğu’ya kendine çok yaygın bir taraftar kitlesi buldu 11 Eylül’den sonra Müslüman dünyasının seçkinlerinin gönlünde taht kurdu.
Düzen değil çatışma
Soğuk savaş bitince, ABD’de,Kissinger’ın deyişiyle, bir dış politika paradigması krizi oluşmuştu: ABD, SSCB gibi bir tehdidin olmadığı bir dünyada Batı Bloku’nu liderliği altında nasıl bir arada tutacak, hegemonyasını sürdürmeye devam edecekti? Bir akım,“neoconlar”, bu krizi Wolfowitz’in 1992’de New York Times’a sızan raporunda dile getirildiği gibi, ABD’nin askeri gücüne dayanarak bir imparatorluk stratejisiyle aşmayı öneriyordu. Bir diğer akım ise “Yeni Dünya Düzeni”nden söz ediyor, küreselleşme dönemine girildiğini öne sürüyordu.
Huntington bu krize, birçok kez vurguladığı, “Biz kimiz?” başlıklı kitabında da dile getirdiği gibi,“yurtsever”, “ulusalcı” ve “realist”bir açıdan yaklaşıyor, “küreselleşme”söylemini, “Yeni Dünya Düzeni”beklentisini kuşkuyla karşılıyordu. Ona göre, “soğuk savaş döneminin ideolojik çatışmalarının yerini şimdi, kökleri tarihin derinliklerine uzanan etnik, dini özelliklere dayanan kültürel çatışmalar”alıyordu. Huntington bu kültürel çatışmaları, “uygarlıklar” arası çatışmalar olarak düşünüyor, bu bağlamda, Batı ve diğerleri (Latin Amerika, Afrika, Müslüman, Çinli, Hindu, Ortodoks, Budist ve Japon) bir anlamda “ötekileri” olmak üzere dokuz “uygarlık” tanımlıyordu.
Ne ki, bu dokuz “şeyi” bir araya koymanın, (kültürel, antropolojik, tarihsel açılardan) teorik imkânsızlığı ortadaydı. Bugüne kadar en büyük çatışmaların aslında “uygarlıklar”arasında değil, içinde yaşanmış olması;“uygarlık” tanımının belirsizliği, son tahlilde dini özelliklere indirgenmesi, Çin ve Japonya’nın iki farklı “uygarlık”gibi düşünülmesi gibi birçok gariplik söz konusuydu. Bu “düzene” değil“çatışma” beklentisine, dış politika krizinin bu beklentinin ışığında, (adeta bir Batı “uygarlığı” bloku oluşturarak) aşılması önerisine yatırım yapanteorinin ciddiye alınmaması gerekirdi.
Tarihin sonundaki kapitalizm
Ama alındı. Çünkü Huntington tüm gelecek vaatlerini yitirmiş, “tarihinin sonuna” gelmiş ama başka yaşam seçeneklerini de yadsıyan, nihilist bir aşamaya girmiş kapitalizme çok uygun bir ideoloji üretmeyi başarmıştı. Artık,“uygarlıklar çatışması” teorisi sayesinde, kapitalizmin yarattığı sorunları, yine kapitalizm dışındaki etkenlere bağlamak, dışsallaştırmak söz konusu olabilecekti…
Örneğin, ekonomik/siyasi çelişkileri, geriye doğru (“soğuk savaşta”)ideolojik çelişkiler, ileri doğru dakültürel çelişkiler olarak tanımlamak, kapitalizmi, “içeride” “çokkültürlülük”söylemiyle sınıf çelişkilerini, “dışarıda da” “uygarlıklar” söylemiyleemperyalizmi konuşmaktan kurtarıyordu. Huntington böylece, ortaya, Jacques Rancière’in “post-politik” olarak nitelediği, “evrenselliği”yadsıyan, yaşamı kültüre indirgeyerek tüm çelişkileri gizleyen, siyaseti olanaksızlaştıran söylemlere uygun bir teori/ideoloji koymuş oluyordu.
Ama çok daha önemlisi, kapitalizmin, Batı’dan Doğu’ya, Protestan/Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Budist, Şamanist, Konfüçyüsçü her türlü özgün “dünyayı”(bireyin kimliğinin çapasını bağladığı“yaşam dünyasını”), metalaştırma süreçlerinin, sermaye birikiminin potasında eriterek homojenleştiren,yok eden, böylece insanlığı, “dünyasız”(köksüz ve “geleceksiz”) bırakan tek ve egemen “uygarlık” olduğunugizlemek mümkün olabiliyordu.
Böylece, “bir yaprak en iyi ormanda gizlenir” misali, sermayeninevrenselliği de evrenselliği yadsıyan söylemlerin içinde gizleniyordu. Liberal-kapitalist-emperyalist“statükoyu” korumak için bundan daha güzel bir yöntem olabilir miydi?
Diğer taraftan, Ortadoğu’da, sömürge mirasının, “modernite”nin(aydınlanmanın) trenini kaçırmış olmanın ezikliğini yaşayan, dini siyasi seçkinler, “uygarlıklar çatışması”teorisinde, bu ezikliği aşmanın bir aracını bulduklarını hayal ettiler; ona dört elle sarıldılar. Artık onlar Hıristiyan“uygarlık” karşısında, şeyleştirilmiş, edilgen, “uygarlaştırılması gereken”,hatta bazen “çocuklaştırılmış”, bazen“erotize edilmiş”, “efemine”, bir “Doğu”değil, ona eşit (hatta bir zamanlar çok daha üstün) ve “diyaloğa” girmeye hazır bir Müslüman “uygarlığa” aittiler. Ne ki bu fanteziyi onlara yine Batı (Huntington) ihsan ettiğinden, ihsan edenin, böylece de diyaloğun sınırlarını saptayanın, şeyleştirme, “tanımlama”,belirleme süreçlerinin içinde tutsak kalmaya devam ettiler ama bu kez“nerede” olduklarını dahi bilemeden…
No comments:
Post a Comment