Tuesday, May 15, 2007

Ufuktaki büyük tehlike

Tandoğan meydanından sonra bir momentum kazanarak birbirini izleyen mitinglerde kendini gösteren toplumsal muhalefet dalgası çok kritik bir noktaya ulaşmak üzere, yada ulaştı. CHP ve DSP arasında sürmekte olan “at pazarlığı”, bir an evvel sonuçlanmadığı taktirde, seçimlerden sonra, özelde bu gün meydanları dolduranları genelde ülkeyi çok büyük felaket bekliyor.

Bu dalga, geri çekildiğinde, ki mutlaka geri çekilecektir, seçimlerden sonra AKP geriletilememiş, meclisin bileşimi değişmemiş ise Türkiye çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır.

İç ve dış dinamiklerin kesişmesi çok anlamlı
Bu toplumsal muhalefet karşı ülke içinde ve dışındaki tepkilere baktığımızda, bu muhalefetin hangi çıkarların ittifakını tehdit ettiğini görebiliyoruz. İçinde orta sınıf unsurlar bulunmakla birlikte yanlış bir biçimde, bir orta sınıf hareketi olarak nitelenen, çalışanların (İşçi sınıfının yeni şekillenen bir kesiminden söz ediyoruz) bu toplumsal muhalefeti, laikliğin korunması “ana simgesi” altında esas olarak, ülke içinde yükselmekte olan bir sermaye fraksiyonu ve destek sınıflarıyla onların uluslararası (ABD ve AB de ifadesini bulan uluslararası ekonomik ve jeopolitik çıkarlar) müttefiklerinden oluşan bir çıkarlar ittifakını (bloğu) tehdit etmektedir.

Bu nedenle, temsil gücü ve talepleri, görülmezden gelerek, ısrarla askeri darbe çığırtkanlığıyla suçlanması, tehdit altında olan ittifakın korkusunu derecesini, dolayısıyla da eline geçireceği ilk fırsatta da göstereceği tepkinin şiddeti hakkında bize bir fikir verebilir.

AKP siyasi seçkinleri ve etrafında kümelenmiş sermaye kesimleri, kendilerini varoluşsal bir tehdit altında hissederken, uluslararası sermayenin egemen kesimi, bu ulusalcı tepkiyi, hem Türkiye özelinde hem de dünya genelinde kendi düzenleme sistemlerine (küreselleşmeye, AB’ye, BOP’a karşı) ve hegemonyasına karşı büyük bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu nedenle bu dalga geri çekildiğinde, hem karşı çıktığı güçleri son derecede korkutmuş hem de amaçlarına ulaşmamış (AKP’yi geriletememiş) ise, yerini moral bozukluğuna ve dağınıklığa bırakacaktır.

Seçimlerden AKP’nin yine en büyük ve belirleyici parti olarak çıkması halinde, bu sokaklara karsı millim irade olarak sunulacak, ve devletin AKP’yi engelleyen tüm denetleme ve dengeleme kurumlarının ele geçirilmesi süreci hızlanacaktır. Böyle bir dalganın bir kez daha oluşmaması için gereken tüm idari, siyasi kültürel tedbirler alınmaya çalışılacaktır.

Daha önce bir başka ülkede
Dikkat çekmeye çalıştığım senaryo, ilk anda fantezi hatta hezeyan gibi gelebilir ama, biraz tarih bilgisi olanlar geçen yüzyılda çok benzer bir sürecin İtalyan Faşizmini iktidara getirdiğini kolaylıkla anımsayacaklardır.

İtalyan Faşist hareketi, İtalyan işçi hareketinin büyük kitlesel eylemlerinin, amaçlarına ulaşamadan, ama orta sınıfları ve büyük sermayeyi fena halde korkuttuktan sonra geri çekilmeye başladığı bir ortamda şekillendi. Mussolini bu güce dayanarak, seçme ufak bir azınlığını temsil etmesine rağmen, hükümeti ele geçirmiş, başlangıçta, yasal-parlamenter sistemin çerçevesi içinde kalmış, tek tek yasaları değiştirmekle yerinmiş (pasif devrimi andıran bir süreç) ilerlemiş, ancak İtalyan Sosyalist Partisi millet vekili Giacomo Matteotti cinayetini izleyen kitle eylemelerine tepki olarak iktidara tümüye ele koymuştur.

Tabii ki AKP faşist bir parti değildir. Türkiye tarihi önemli (ulusal burjuvazinin zayıflığı, ekonomik kırılganlık gibi) benzerlikler olsa bile 1920’lerin İtalya’sı değildir. Değildir ama, bir başka tuhaf, hatta irkiltici bir benzerlik söz konusu. Bu tuhaflık, küreselleşme ve İslamlaştırma bağlamında bir “pasif devrim” sürecini andıran bir gelişme yaşıyor olmamızla ilgili.

1980’lerden bu yana Türkiye’nin ekonomik coğrafyası devlet eliyle, yukarıdan aşağı, yeniden şekillendiriliyor ve uluslararasi sermayenin kullanımına açılıyor, bölüşüm ilişkilerinde kurulu mutabakat Neo-liberal reformların etkisiyle bozuldukça, ortaya çıkan tepkiler siyasal İslam’da (ve Kürt ayrılıkçılık hareketinde) toplanıyordu. AKP bu “pasif devrime” bezer süreci devraldı ve hükümeti sırasında, siyasal İslam’ın ekonomiye, devletin bürokrasisine, toplumun kültürel dokusuna nüfuz etmesini kolaylaştıracak, merkezi devletin etkilerini geriletecek yasal adımları teker teker atmaya başladı. Bu, “yavaş rejim değişikliği” anlamına gelen süreçte Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa Mahkemesinin direnişiyle karşılaşınca da, AKP, gündemine bu iki kurumun ele geçirilmesi hedefini koydu. AKP’nin Cumhurbaşkanlığını ele geçirme konusunda bu kadar telaş içinde olmasının temel medeni de işte bu… Bir de bence, ilk başlangıçta elde ettiği momentumu kaybetmekte, toplumsal bir muhalefetin şekillenmekte ve bir krizin gelmekte olduğunun giderek bilincine varıyor olmasıydı. Projenin kritik noktaya ulaşması açısından verili süre/zaman hızla kısalıyordu.

Toplumsal muhalefet geri çekilmeye başladığında işte böyle bir “pasif devrim” süreci üzerinde geri çekilmeye başlayacak, kurumsal ve hukuki ve hatta fiziki karşı saldırılar karşısına direnci çok düşük olacaktır… Bu yeni konjonktür, siyasal İslam’a ve uluslararası sermayeye yönelik muhalefetin tümüyle ezilmesine yol açacak, AKP ile başlayan İslamlaştırıcı “pasif devrim” hızlanarak rejimin karakterini radikal bir biçimde değiştirme noktasına ulaşabilecektir.

En büyük Sorumluluk önce CHP ve DSP’nin olacak
Bu kötümser senaryonun gerçekleşebilmesine olanak sağlayacak üç vektör halen harekete geçmiş görünüyor. Birincisi, “Sosyal Demokrat” partilerin, yükselen toplumsal muhalefeti temsil ederek siyasi bir kazanım elde etmesini sağlayabilecek birleşme süreci dejenere olmak üzeredir. İkincisi, ülke içinde ve dışında AKP yanlısı blok sokaklara çıkanların iradelerini yok sayarak doğrudan, askeri darbe tehlikesi üzerinde yoğunlaşarak, bir cephe oluşturmaya başlamış, aslında, doğal olarak bu cepheye katılmaması gereken kesimlere karşı bir “moleküler asimilasyon” sürecini de başarıyla işleterek, sol liberal, hatta kimi radikal aydınların sesini de kendi korosuna kazanmaya başlamıştır. Üçüncüsü: AKP’nin, tabanı kararlı, örgütü çalışır ve etkindir, bu nedenle seçimleri kazanma olasılığı ve hatta beklentisi güçlüdür, ve muhalefetin çaresizliği bu olasılığı güçlendirmeye devam etmektedir, Bu arada bir momentum oluşması tehlikesi söz konusudur.

Karşımızdaki tehlikeyi çok daha katmerli hale getiren etken ise ekonomik dengelerin son derecede kritik olmasıdır. İktidar bloğu içindeki güçler, çok ciddi bir mali krizin gelmeye başladığını, bu krizde ayakta kalabilmek içinde devletin tüm kaynaklarına gereksinim duyacaklarını gayet iyi biliyor, buna göre hazırlanıyorlar. Bu hazırlık içinde bir başlık devlet makinesi içinde iktidarın kristalleştiği noktaları ele geçirmek ise, öteki de, olası herhangi bir toplumsal muhalefetin sesini yükseltmesi, “kayığı sallaması” hatta devirmesi olasılığının önünün kapanmasıdır

Eğer CHP ve DSP bir an evvel birleşemez, solun geri kalanını ve sendikaları kendisini desteklemeye ikna edemezse, bu kötümser senaryonun gerçekleşme, olasılığı seçimlere doğru hızla yükseliyor olacaktır.

2 comments:

Engin Kurtay said...

Ulusoy’un İslam Tarihi ile ilgili tespitleri, buradaki İtalya örneği ve Almanya’da NSDP’nin iktidara gelişi..... bu örnekler birbirine benziyor. Öyleyse İslam’ın (ya da başka dinlerin) başına gelen “şansızlığı” bir yana bırakıp daha genele doğru hareket edebiliriz, soyutlama yapabiliriz: konumuz islam değil, din değil, hepsini kapsayan bir kavram olarak “ideoloji”dir. Çünkü örneklerin hepsi aynı kuralı gösteriyor: ideoloji alanı, illüzyonların ve manipülasyonların alanıdır. Bir gün direniş, kurtuluş, özgürlük, başkaldırı ideolojisi olarak işlev gören bir öğreti, başka gün iktidarın baskı aracına dönebilir. Öyleyse ideoloji (kültür, din...) alanında demokratlık, çoğulculuk taslamanın tutar yanı yoktur.

İtalya ve Almanya’da faşizm, sol momentumdan, sol oylardan beslenerek iktidara gelmişti. Hemen ardından sendika liderlerini meydanlarda ipe çektiler. Ve 20. yüzyıl Avrupa marksizmi 1930’lardan başlayarak işte bu soruyla boğuştu: nasıl oluyor da kitleler ekonomik çıkarlarına aykırı siyasal oluşumlara geçit veriyorlar? Bir başkaldırı ideolojisi nasıl oluyor da baskı ideolojisi haline dönebiliyor? Marksizmin basit tek yön belirlenimci kavranışında ideoloji, üretim ilişkilerinin belirlediği bir son ürün gibi algılanırken, Frankfurt Okulu, Reich, Althusser, Zizek, hepsi ideoloji alanının görece özerk çalışma ilkelerini ve öbür alanları etkileme mekanizmasını formülleştirmeye çalıştılar. Sultan Galiev bunları okumadan birşeyler yapmaya girişti, çok başarılı olamadı.

Güncele gelirsek: Cumhuriyet mitinglerinde kendini gösteren toplumsal muhalefetin kırılganlığı konusunda Sayın Yıldızoğlu’nun endişelerini paylaşıyor ve bunun yapısal nedenleriyle ilgili ben de birkaç tespit yapmak istiyorum:

1. Önce sınıfsal yapı: evet mitinglerin ana itici gücü, işçi sınıfının yeni şekillenen bir kesimidir. Birçoklarının, sözde demode sermaye-emek çelişkisiyle tanımlanamayacağını iddia ettikleri “orta sınıf” falan değildir. Ama asıl sorun şudur: işçi sınıfının “yeni şekillenen” bu kesimi, aynı zamanda kendisini de net ve bilinçli bir tutumla, emek-sermaye çelişkisi içinde tanımlayamamaktadır! Mitinglerde emperyalizm, sömürü, gelir dağılımı, sosyal haklar gibi kavramlardan çok, laiklik ve demokrasi gibi kavramlara vurgu yapılmasının nedeni budur. Bu durumda tencere-kapak misali, Sayın Yıldızoğlu’nun da aşağıda belirttiği gibi, Baykal vurguda ağırlığı bu temalara vererek “yanlış yerden” başlamaktadır. Marx’ın kulakları çınlasın: tipik bir biçim-içerik çelişkisi: yanlış yerden başlayan Baykal da kitlelerin –kendilerinin de farkında olmadıkları– gerçek taleplerine isabet etmeyen, ama biçimsel/gösterişte taleplere isabet eden söylemler kullandığı içindir ki, karşılıklı bir huzursuzluk, tatminsizlik yaşanmaktadır. Bu yüzden kaygılar yerindedir, hareket kırılgandır, ideolojik manipülasyona açıktır.

2. Kitlelerin gerçek taleplerine isabet eden bir söylem kullanılsa idi –yani Baykal değil de Chavez olsa idi– ne olurdu? Bence bu durumda da siyasal hareketin asıl itici gücü sözü geçen “işçi sınıfının yeni şekillenen kesimi” olamayacaktı. Daha ziyade lumpen sınıf, işsizler, varoşlar, sans-culottes olacaktı. Çünkü “yeni şekillenen kesim”, sınıf atlama potansiyeli yüksek, eğitimli, burjuva yaşam tarzını benimsemiş ve buna alışmış bir kesimdir ve neoliberal küresel sistemden kopuş, başlıca bu kesimin bireysel umutlarını, ideallerini sekteye uğratır. Zira Venezuella’da da zihin emeğiyle geçinen bu kesimin Chavez’den pek memnun olmadığını izliyoruz. Çünkü sınıf bilinci, bireysel umutların ve hedeflerin gerisinde kalıyor.

3. Türkiye’de bir kesim sol, oldum olası Cumhuriyet gazetesini laikliğe aşırı ve gereksiz vurgu yapmakla eleştirir, asıl üzerinde durulması gereken çelişkinin emperyalizm ve sömürü çelişkisi olduğunu söyler. Tespitte doğrudur, eleştiride haksızdır. Bu kesim sol, en temel ideoloji kuramından habersizdir. Oysa emperyalizm, marksistlerin ideoloji kuramını çok daha iyi etüd ettiğinden mi olacak, yıllarca “yeşil kuşak” politikasıyla Türkiye’yi kucaklamıştır. Aynı politika, arada imalat hatası, kontrolden çıkan radikallere karşı, ama asıl OLASI BİR SOL FİLİZLENMEYE KARŞI, şimdi de “ılımlı islam” adıyla sürdürülmektedir.

Ergin Yildizoglu said...

1- "Baykal vurguda ağırlığı bu temalara vererek “yanlış yerden” başlamaktadır. Marx’ın kulakları çınlasın: tipik bir biçim-içerik çelişkisi: yanlış yerden başlayan Baykal da kitlelerin –kendilerinin de farkında olmadıkları– gerçek taleplerine isabet etmeyen, ama biçimsel/gösterişte taleplere isabet eden söylemler kullandığı içindir ki, karşılıklı bir huzursuzluk, tatminsizlik yaşanmaktadır"

Evet. Belki de soyle koyabiliriz (a la Zizek)Baykal "dogru" yerden basladigi icin yanlis yerden baslamis oluyor... Halbuki "yanlis" yerden baslasmis olsaydi dogru bir baslangic yapacakti. Ama bu Baykal! Baska yerden baslangic yapmasi cok radikal bir baslangic, "gercek" bir baslangic olurdu... Bu noktadan o kadar uzagiz ki.

2- Chavez olsaydi diye baslayan paragraftaki saptamalar bence sorunlu: Bu yeni sekillenen kesim ayni zamanda karmasik argumanlari anlayabilmesine olanak verecek bir egitim /kultur duzeyine sahip. Ozellikle IMF, BOP Bagimsizlik gibi kavramlari cok kolay iclerine sindirebiliyorlar. Ben konferanslarad bu kesimle cok sikca karsilasiyorum...

Bu nedenle Genc Parti soylemi duzeyinde kalirsa Engin'in kaygilarina katiliyorum ama Istanbulda bu kalabalik Gulten Kazgan hocanin uzun tiradini dikkatle dinlemis, oradaki herkesi de sasirtmisti..