Friday, June 26, 2009

İran Molla rejiminin dış mihrakları suçlamaları üzerine bir not

Egemen sınıfların seçkinleri (organik aydınları- Liberallerden faşistlere kadar) hep aynı görüşü savunurlar: Gerçek devrim yoktur. Her devrim, hatta her kitlesel tepki muhalefet, birilerinin iradesinin manipülasyonun sonucudur. Diğer bir değişle, kitle, sınıf değil bireyler, kahramanlar, ya da iblisler vardır. Diğer bir değişle sınıf çelişkisi, değil bireylerin iradesi ve ihtirası tarihi ve toplumu belirler.

Bu yaklaşımın temelinde, savunanlar, inananlar ayırtında olsun veya olmasın varlığa ilişin bir ontolojik varsayım yatıyor. Varlık “Bir”dir (“One” is!). Karşıt varsayım da, varlık çoklukların çokluğundan (multiplicty of the multiplicity) oluşur. Birinci varsayım dini kozmolojiye, son tahlilde de siyasi olarak da totaliter rejimlere açılır. İkinci varsayım, materyalist diyalektiğe açılır ve eşitlikçi demokrasiyi (egaliberte) ya da daha iyi bir değimle “komünist hipotezi” düşünmeye olanak sağlar…

İran ve CIA, dış mihraklar savına gelirsek. Her egemen sınıf kendi “koyunlarının” aslında durumu kabul ettiğini, memnun ve mutlu olduğunu var sayar (kendine ve “koyunlarına” bu masalı anlatır), her türlü sözde itiraz aslında “dış mihrakların”, kışkırtıcıların işidir. Diğer bir değişle, başka çobanların…

Sorun şu ki, hayatından hoşnut olan insanları kimse riskli işlere, sokaklarda polis kurşunlarına hedef olmaya, intihar eylemcisi olmaya vb ikna edemez… Önce insanlar durumdan hoşnut olmayacak, anlatılan öyküye itiraz etmeye hazır hale gelirler, sonra, “dış mihraklar” etki yapacakları bir zemine kavuşabilirler. Bu noktadan sorma onların manipülasyonlarının etkisi eğer varsa bile ikincildir.

İran Mollalarına gelince, onlarınki tam bir şımarıklık. Bu rejim de, her rejim gibi, etkisini, kurulduğundan bu yana başka ülkelere ve bölgesine yaymaya çalışıyor… Her devlet, devlet hem içerde maniple eder hem de dışarıda… İran egemen sınıfları, başka ülkelerin, “dış” mihrakların manipülasyonlarından yakınacaklarına halkının taleplerine kulak verse çok daha doğru ve gerçekçi bir iş yaparlar. Hatta belki sefil rejimlerini bu sayede biraz daha uzatabilir… Ama, ömrünün sonuna gelen egemen sınıflar bu gerçeği göremezler. Tarihe baktığımızda her egemen sınıfın, iktidarı yılmadan önce hep “en yanlış” işleri yaptığını, kendi sonunu kendisinin hazırladığını görüyoruz. Bu da tarihin bireylerin zekası ya da, aptallığı, zayıf yada güçlü iradesi üzerinden değil, sınıf mücadelelerinin ve uzun erimli toplumsal yapısal hareketlerin dinamiğine bağlı olarak yapıldığını gösteriyor. Yapı sınif mücadelelerinin basıncıyla çözülmeye başlayınca, artık bir olay alanı oluşmuş değişi gündeme gelmiş demektir.

5 comments:

Ersoy Kavalcı said...

"Sorun şu ki, hayatından hoşnut olan insanları kimse riskli işlere, sokaklarda polis kurşunlarına hedef olmaya, intihar eylemcisi olmaya vb ikna edemez…"
Saptamanızın açıldığı kapı halk devrimine gidiyor. Kitleselleştikçe kar topu etkisi yaparak nihayi hedefine varıyor. Sosyalist devrimin olmasını istediğimiz seyri de bu değil midir?
Buradan hareketle, Türkiye örneğini veya diğer ülke örneklerini ele alırsak, nicelik birikim kendini nitelik olarak nasıl somutlar?

ozan said...

Sınıf çelişkisi vardır, buna itiraz etmek anlamsız, evet!..
Sadece "dış mihraklar"ın etkisinden bahsetmek de yine sosyolojinin tümünü çöpe atmak olur, kimseyi bir yere ulaştırmaz.

Diğer yandan halk ayaklanması, halk yürüyüşü vb. toplumsal kalkışmalarda şu "birincil" etkiyi yapmıştır, bu "ikincil" etkiyi yapmıştır diye bir sıralamaya koyma çabası da yine zorlama/anlamsız bir çabadır.

Çünkü, elimizde bir bütün var, ve bütünü toparlayan, ardından da dönüştüren diyalektik(!) var.

Örneğin en basitinden, ajanlık faaliyetini, bir noktada kışkırtıcı bir etki olarak alabiliriz, bunu "dış mihrak" diye de adlandırabiliriz.

Fakat sizin de sürekli bahsettiğiniz "büyük öteki"nin etkisi ile, "sistem"in/kapitalizmin dengesizliğinin etkisinin de "yardımılarıyla," teknoloji/ekonomi/kültür/askeri alanlardan biraz daha bataklığa çekilen bir çevre ülkesinin durumuna bakarken, bunları da eklemek gerekir. Ve unutmamak gerekir ki, CIA, Project Democracy" vb. yapılanmalarda yine "sistem"in parçalarıdır! Bunları "büyük öteki" dışında oluşumlar olarak alamayız.

Ve bu büyük bütünü düşününce, iç ve dış etkileri, hep yanyana düşünüp, sıralamaya koymadan, tüm bunlara göre varolan konum üzerine kafa yormak gerekir.

Yoksa, örneğin, Küba, Venezuella, Irak vb. vb. örneklerini, bu ülkelerin toplumsal değişimlerini salt kendinlerinden kaynaklanan iç çelişkiler, sınıf çatışmaları diyerek anlatmaya kalkarsak, ne hale düşeriz bilmiyorum?!

Örneğin bir ülkede sosyal güvenliğe, istihdama, yatırıma dönük yasalar IMF gibi kurumlarca manipüle ediliyorsa, bunun ve tabii diğer tüm etkilerin o ülkede 40-50 yıl sonra ortaya çıkardığı konumu, nitelik/nicelik değişimini bu kurumları düşünmeden irdeleyemeyiz, diye düşünüyorum.

Diğer yandan "dış mihrak" -bu arada kelime bana itici geliyor, belirtmeden geçmeyeyim- deyince sadece, CIA vb. ajanlık faaliyetlerini alıyorsanız; ya da bu faaliyetleri "büyük öteki"nden ayrı tutuyorsanız, o başka!..

Ergin Yildizoglu said...

“Dış mihrak” kavramını biraz da dalga geçmiş olmak için kullandım. Her ağzını açtığında egemen sınıflar tarafından “yabancı mihrakların”, “dış cereyanların” etkisi altında kalmış olmakla suçlanan bir kuşaktan olduğum için…

Engin Kurtay said...

I- Ancak burada hem bir "cunning of reason" etkisi de ortaya çıkıyor.

Tarih, "bireylerin zekası ya da, aptallığı, zayıf yada güçlü iradesi üzerinden değil, sınıf mücadelelerinin ve uzun erimli toplumsal yapısal hareketlerin dinamiğine bağlı olarak" yapılıyor olsa da, yapı çözüldüğünde varılan sonuç ya da yeni yapı, çoğu kez kitle hareketinin rasyosuna bağlı ortaya çıkmıyor, bilakis çok ters, baştaki ideallere çok aykırı sonuçlara da varılıyor.

Bu "cuning of reason" etkisini 79 Iran Devrimi'yle ilgili yazınızda çok iyi analiz etmiştiniz. 1933'te sosyalist oyları toplayarak başa geçen Naziler ve daha başka bir yığın örnek var.

Hele geri ülkeler söz konusu olduğunda liderliğin etkisi daha da önemli: liderlik marifetleri, tarihi -Vico'nun modelindeki gibi- geri sıçramalarla şekillendiriyor ve buradaki "vanishing mediator" lider kadroları değil, çok kez hareketi başlatan kitlelerin kendisi oluyor.

II- Ayrıca egemen sınıfın seçkinleri "koyunların durumu kabul ettiğini, memnun ve mutlu olduğunu" varsayarlarken çoğu kez haksız da değillerdir -hem haksızlardır hem değillerdir: egemenlerin kurduğu ideolojik alan, özellikle Din, koyunların mutlu olmasalar da mutlu olmalarını sağlayan mekanizmadır.

Yukarıdaki her iki gerekçe de, özellikle geri ülkeler söz konusu olduğunda, olası tek Devrim modelini ancak etik bir Blankizmin gerçekleştirebileceğini söylüyor.

Ersoy Kavalcı said...

Nicelik birikimler sonunda nihayete ererek toplumsal dönüşümü oluşturacak. Buraya kadar tamam da bu süreç sanki bireyin ve toplumun iradesi dışında işleyen bir çark görünümü veriyor ve tekil çabalarin toplamı bizi sonuca ulaştırıyor. Burada vurgulamak istediğim bu sürece birey olarak tıpkı Che Guevara'nın yaptığı gibi mi katılmak( gerilla harekatına inamadığımı belirtmeliyim)yani Kongo ve Bolivya'da yapmaya çalıştığı etkileşimi mi savunmak yoksa zamanı bir gün gelecek diyerek ve sürece evrendeki eser miktardaki etkimizi katarak mı katılmak.

Aslına bakarsanız iki yaklaşım da zaten aynı etkiyi yapıyor. Che'nin Bolivya dağlarında geçirdiği son günlerinde kaleme aldığı günlüğü okursanız, bu ikon haline gelen devrimci ruhun aslında iğneyle kuyu kazmaya çalıştığının bilincinde olduğunu ve amacının -devrim hemen şimdi- olmadığını görürsünüz.Bolivya dağlarındaki köylülerde sınıf bilinci oluşturma süreci onun ölümünden yaklaşık 40 yıl sonra ve onun ardılları tarafından taşına taşına demokrasi içinde iktidara gelme başarısı gösterdi. Bu Che'nin ve ardıllarının yaptıklarının hiç de azımsanmayacak ufak dokunuşlar olduğunu ve bu nicelik birikimin meyvasını verdiğnin en açık örneği.
Ama bu bilincin oluşması için insanların ,illaki, zincirlerinden başka kaybedecekleri birşeyleri olmaması mı gerekiyor. Sınıf bilinci, göreli refaha ermiş veya lüksten gözü kamaşmış kitlelerin düşünce sistematiğine nasıl entegre edilecek. Bu kitlelerin yaşamlarının ilk yıllarından beri almakta oldukları eğitimdeki ontolojik "bir" kavramını "çokluk" kavramı ile değiştirmedikten sonra "devrim" diye adlandırdıklarımızın hepsi bir süre sonra kumdan kaleler gibi yıkılmaya mahkum olmayacak mı? İran örneği gibi teolojinin yoğun şekilde yaşandığı ülkelerde-sizinde belirttiğiniz gibi- 1979 devriminin Molla rejimine dönmesinin altında da bu yatmıyor mu?