Thursday, November 12, 2009

1979 mu, 1989 mu?

Duvarın yıkılışının 20. yıldönümünde, 1989’da dünyanın nasıl değiştiğine ilişkin yorumları okurken, kendimi muhafazakâr, emperyalist tarihçi Niall Ferguson’la aynı yerde buluverdim. Ferguson’a göre “Demir Perde’nin yıkılışını boş verin, 1979’da olanlar çok daha önemlidir” (Newsweek, 30/10).

Ekim Devrimi’nin ölümü

Niall Ferguson, Thatcher’in iktidara gelişinin, Deng Siao Ping’in Amerika ziyaretinin, Humeyni rejiminin tarihsel etkilerinin, Duvar’ın yıkılmasından daha önemli olduğunu söylüyor; genelde, Afganistan’ın işgalini de ekleyerek katılıyorum.

Ferguson, (bir sözcük oyunuyla) 1989’un aslında bir devrim (revolution) değil bir açığa çıkma (revelation) olduğunu savunuyor. Ona göre Doğu Bloku, ama özellikle SSCB’nin çöküşü, yozlaşmış komünist seçkinlerin gerçek yüzünü açığa çıkardı.

“1989”da yaşananların bir “açığa çıkma” durumu olduğuna ben de katılıyorum. Ama bir farkla: Sosyalizmin, Ekim Devrimi’nin kazanımlarının, 1989’da değil, ondan 55-60 yıl önce, grev hakkını, fabrikalarda işçi yönetimini ortadan kaldıran I. Sanayi Planı atılımıyla, 1930’larda sanatta Avant Garde’ın, ilk devrimci Bolşevik kuşağın, liderlerinin (Kamanev, Zinoviev, Radek, Piatokov, Bukharin, Troçki vb…), biri hariç Merkez Komite üyelerinin tümünün Vişinski mahkemelerinde, cinayetlerde tasfiyesiyle öldüğünü biliyorum. “1989”, sosyalizmi öldüren sınıfın, halkını aldatamaz hale geldikten sonra, ekonomik, siyasi yapılarıyla dünya piyasasında rekabet edemeyeceğinin ayırdına varmasının sonucu, “deri değiştirmeye” çalışırken, gerçek karakterini açığa vurmasıydı… 1989’da yaşananları bir sermaye birikimi modelinden ötekine geçişin sancıları olarak da görebiliriz.

Gerçekten de duvarın, SSCB’nin çökmesi, Rusya’nın parçalanarak, sermayesinin, doğal kaynaklarının paylaşılmasına yol açmadı. SSCB egemen sınıflarının en seçkin kesimi, devletin kolektif mülkiyeti altındaki malları, kısa bir sürede çeşitli özel mülkiyet biçimlerine dönüştürerek servetlerine katmayı, çalınanları geri almayı becerdiler. Yaklaşık on yıl içinde KGB, yeni kapitalist sınıfla birlikte yönetimi yeniden ele geçirdi; Rusya’nın dış politikası da eski “nüfuz alanlarının” yeniden ele geçirilmesi amacına odaklandı.

Thatcher - Deng, Humeyni

1979 yılına dönersek, Thatcher’in iktidara gelişi, Deng’in ABD ziyareti kapitalizmde bir ekonomik, kültürel “restorasyonun” başladığını gösteriyordu. Restorasyon döneminde, işçi hareketinin 150 yıllık kazanımları, “sınıf şekillenmesinin” maddi, psikolojik, ideolojik hatta kurumsal öğeleri (kolektif dayanışma refleksi, sendikal hareket, siyasi partileri) çok büyük ölçüde imha edilecek, üyelerinin kendilerini vergi mükellefi, tüketici olarak tanımlama (atomizasyon) eğilimi güçlenecekti. Restorasyon süreci 1990’larda seri mali krizlere, “liberal emperyalizme” dayalı askeri müdahalelere, sonra da “terorizme karşı savaş” gerekçesiyle sömürgeci savaşlara yol açtı.

Humeyni’nin iktidara gelmesi ve Afganistan’ın işgali siyasal İslam’ın, 1978’de iktidara gelen Deng’in 1979’daki ABD ziyareti, Çin’in yükselme süreçlerini başlatıyordu. Restorasyonun aksamaya başladığı 90’lı yıllarda bu iki eğilimin güçleniyor olmasıysa bugün hâlâ uluslararası jeopolitiğin dilini kirletmeye devam eden “uygarlıklar çatışması” savının doğumuna ebelik edecekti.

Bugün, “yüzyılın en büyük krizinin” etkisiyle, Neoliberalizm iflas etmiş durumda. Çin’in yükselişiyse daha da hızlandı. Siyasal İslamın “ılımlı İslam” kanadı Ortadoğu’da, emperyalizmle el ele, en etkin siyasi akım haline geldi; gelişme çizgisi, ekonomik, siyasi, kültürel alanlarda Çin’in gelişme süreciyle kesişmeye başladı.

Yazımı, Çin Başbakanı Wen Jiabo’nun cumartesi günü Arap Birliği’nin Kahire merkezinde yaptığı “Uygarlıkların Çeşitliliğine Saygı” konuşmasına değinerek bitirmek istiyorum.

Wen, konuşmasında, “bütün uygarlıkların eşit, aynı derecede değerli olduğunu” vurguladıktan sonra, “gelin birlikte Çin ile Arap ülkelerinin işbirliğini yeni bir düzeye çıkaralım”, “gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını korumak, adil ve makul bir yeni dünya düzeni (E.Y) kurmak için uluslararası düzeyde birbirimizi desteklemeye, işbirliği yapmaya devam edelim” dedi. Arap dünyasıyla Çin arasındaki ticaretin geçen iki yılda 37 milyar dolardan 133 milyar dolara, yatırım projelerinin toplam 100 miyar dolara ulaştığına dikkat çeken Wen, Batı’da yükselen “yeni sömürgecilik” eleştirilerine cevap olarak, “Koşullar ne olursa olsun Çin halkı Arap halkının en güvenilir dostu olmaya devam edecektir” dedi. Wen, ertesi gün Çin-Afrika zirvesinde de, 2008 yılında, Çin’le ticareti yüzde 48 artan bu bölgeye, 10 milyar dolarlık, düşük maliyetli yeni bir kredi paketini açıkladı. IMF’nin Afrika ülkelerine yönelik “Çinli kaynaklardan çok fazla borçlanıyorsunuz” uyarısına, “En yoksul ülkelerin borçlarını silebiliriz” söyleriyle cevap verdi.

Bunlar, 1979’un, dünyayı 1989’dan daha köklü bir biçimde değiştirdiğini göstermiyor mu?

1 comment:

Engin Kurtay said...

Sovyet Devrimi'nin ilk 10 yılının ve arkasından gelen Karşı-Devrim sürecinin vurgulanması çok isabetli.

Duvar yıkıldığında, Sovyet rejimi çöktüğünde, herkes olan biteni "komünizm yıkıldı" şeklinde yanlış tercüme etti.

Oysa yıkılan düzen komünizm değildi, komünizm olmadığı için çöktü, ve komünizm olsaydı zaten çökmezdi.

Devrimden hemen sonra gündelik hayatı dönüştürme amacıyla yeni yürürlüğe giren aile yasalarını inceleyen bana ait çalışmadan:

"Eğitim Komiseri Lunaçarski, ortaklaşmacı düzenin kurulması için kültürel sorunun önemini vurguladığı konuşmasında yeni eğitim ilkelerini ortaya koydu (17) Ana ilkeler, aile eğitiminin yerine toplumun eğitiminin geçirilmesi ve ortaklaşa bilincin yaratılmasıydı. (...)

1918 Yasaları ve Devrimci Politikalar:

Sovyet Rusya'da devrimin başlangıcından 1930'lara dek yaşanan cinsel devrim deneyimi, iki dönemde ele alınabilir. Birinci dönem, 1918 Aile Yasaları'yla başlayan, en kökten cinsiyet politikalarının ortaya konduğu ilk on yıldır. 1927 yılında yürürlüğe giren ikinci aile yasası, birinci dönemde ortaya çıkan zorluklara ve istenmeyen sonuçlara, başlangıçtaki ilkelerden ödün vermemeye çalışılarak bulunan çözümlerin ürünüdür.
(...)
Aralık 1917'de, boşanmanın eşlerin ortak onayıyla ya da birinin tek yanlı isteğiyle hiçbir gerekçe göstermeden gerçekleşebileceğini bildiren, ve densel evliliği kaldırarak yerine uygar evliliği getiren iki kararname çıkarıldı(23). 1918'de bu kararnamelerin yerini, aile kurumunu bilinen anlamıyla ortadan kaldıran "Yurttaşlık, Evlilik ve Vasiliğe İlişkin Yasa" aldı. Boşanmaya ilişkin ilk kararname gibi, bu yasa da cinsiyet ilişkilerini düzenleyici değil, bu ilişkileri devletin ve hukuğun her türlü denetiminin dışına alarak bireylerin kişisel istemlerine bırakıcı nitelikteydi (...)
133. maddeye göre, "evlilik yalnız çocuğun doğumuyla yasal temel kazanır" ve "çocuğun nikah ya da nikahdışı doğmasından ortaya çıkan ilişkiler arasında bir ayrım yapılmaz" (...) Sadece çocuğun varlığıyla tanımlanan evlilikte, ana babanın küçük çocuklarına bakma ve koruma yükümlülüğü; anne baba ya da çocuğun çalışamadığı, ayrıca devlet desteğinin de bulunamadığı durumda diğerlerinin ona bakma yükümlülüğü doğar (madde 161; 163), bunun dışında anne, baba, çocukların birbirleri üzerinde iyelik, buyurganlık yetkileri yoktur (madde 150 ve devamı).
(...)
Sovyet Ceza Yasası'nda da çokeşlilik, zina, ensest ve eşcinsellik için yaptırım yeralmıyordu(31).

Batı Avrupa bu noktaya ancak son 20 yılda, Sovyet Devrimi'nden 80 yıl sonra ulaşmadı mı?

Sermaye Düzeni her 60-70 yılda bir çuvallıyor (Kondratiev Döngüleri). Komünizm deneyi ise 70 yıl önce ve sadece bir kere çuvalladı. Neden bir daha, hele yeni teknolojik olanaklarında yardımıyla, denenmesin?