İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Suriye Devlet Başkanı Esad’ın “görüşmelere Türkiye aracılığıyla yeniden başlama” çağrısına verdiği cevap, AKP’nin “çok başarılı dış politika” imajının cilasını çizdi. Netanyahu “aracının tarafsız, adaletli biri olması koşuluyla” görüşmelere yeniden başlamaya hazırmış. “Türkiye Başbakanı’nın yaklaşımları objektif, adaletli bir aracı imajını güçlendirmiyor” demiş (Jerusalem Post, 15/11/09).
İlginç bir ironi
Obama’nın Asya gezisini izlerken düşündüm: “AKP’nin dış politikası, bugünkü dünyanın içinde ne anlama geliyor?” Aklıma, Prof. Davutoğlu’nun Journal of International Affaires’deki makalesinde (Aralık 1997/Ocak 1998) rastladığım “benmerkezli yanılsamalar” (egocentric illusions) kavramı geldi. Davutoğlu bu kavramı Fukuyama’nın, “Tarihin Sonu” savını Batı’nın değerlerinin hegemonyasını, Huntington’un “Uygarlıklar Çatışması” teorisini de Batı’nın üstünlüğü varsayımını meşrulaştırdığı için eleştirirken, Toynbee’den alarak kullanıyordu.
AKP döneminde, Prof. Davutoğlu’nun önderliğinde yeni bir dış politika şekillendi. Bu yeni dış politika sayesine, Türkiye, Suriye ile İsrail’i barıştıracak, bu sayede Filistin sorununun çözümünü belirleyecek, Ermenistan’la anlaşacak, İran’la Batı arasında sorunların aşılmasına yardımcı olacak, bu arada AB’ye girecek, enerji koridoru, uygarlıklar arası köprü olacak. AKP yönetimi Kürt sorununu çözecek, Kuzey Irak’a, Büyük Ortadoğu’ya istikrar getirecek, bu arada Müslüman dünyasının liderliğine yükselecekti. Zaman gazetesinin pazartesi günü aktardığına göre Türkiye, Kopenhag zirvesindeki tıkanıklığı açarak küresel ısınmaya bile çare bulabilirmiş.
Kısacası, “önce Türkiye, sonra bölge, sonra Müslüman dünyası ve nihayet dünya”... Neden olmasın? Osmanlı’nın mirasçıları değil miyiz? Stratejik derinliğimiz yok mu?
Şimdi, Suriye-İsrail arasında aracılık işlevini Fransa üstlenmeye hazırlanırken, Türkiye’nin AB üyeliği, büyük olasılıkla “Kürt açılımı”yla birlikte “yok bööle bişi” listesine yazılırken, dönüp bu yeni dış politika yönelimi için “benmerkezci yanılsamalar” deyimini kullansak haksızlık mı yapmış oluruz?
Ama teorisi de var...
Davutoğlu’nun, Fukuyama ve Huntington’un savlarını “benmerkezci yanılsamalar” olarak nitelerken, kendine çok büyük özellikler atfeden bir dış politika izlemesi bir ironi oluşturmuyor mu? Oluşturuyor, ama dahası var: Dayandığı karmaşık teorik zemine dikkatle bakınca, bu “ironinin” giderek bir “trajediye” açılma olasılığı çok yüksek.
Bu teorik zeminin katmanlarının en altında, Mackinder’in, dünyayı kontrol etmek için Avrupa, Büyük Ortadoğu ve Asya ile çevrelenen Avrasya’yı kontrol etmek gerekir, diyen “Heartland” teorisi var. İkinci katta Spykman’ın “Rimlands” (kıyı/çevre/sınır topraklar) teorisi var. Bu teori Mackinder’in teorisinden kalkıyor, ama “Kıyı/çevre toprakları (Avrupa Kıyıları, Büyük Ortadoğu ve Asya muson bölgesi) kontrol eden Avrasya’yı kontrol eder” sonucuna ulaşıyor. Spykman’ın hemen üstünde, Thomas Barnett’ın, “Pentagon’un yeni haritası” çalışmasındaki “Çekirdek” (küreselleşmiş ülkeler), “Çatlak” (Irak, Afganistan, İran gibi küreselleşmeyenler) ve bu ikisini birbirine bağlayan “menteşe ülkeler” modeli var. Barnett’a göre Pentagon “çatlağı”, “menteşe” ülkelerin yardımıyla kapatmayı amaçlıyor.
Davutoğlu, İran devriminin ardından, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Spykman’ın “Rimlands” olarak saptığı bölgede, Kuzey-Güney ekseniyle, Doğu-Batı ekseninin kesiştiği yerde (Büyük Ortadoğu), bir “iktidar boşluğu” oluştuğunu saptıyor. Davutoğlu’na göre Fukuyama ve Huntington’un İslam dünyasını bir sorunlu “öteki” olarak saptamalarının arkasında da “Batı’nın” bu “boşluğun” yerel olarak doldurulmasını engelleyecek müdahalelerini meşrulaştıracak teorik gerekçeler sunma amacı yatıyor.
Davutoğlu, bu boşluğu Araplar değil ancak bölgesel güçler doldurabilir, diyor; büyük güçlerin (ABD ve SSCB/Rusya) İran’ı engellemek için Saddam’ı desteklediklerini, Körfez Savaşı’nda da Irak’ı bastırmak için güç birliği yaptıklarını vurguluyor.
Davutoğlu’nun işte bu zeminde, kıyı ülke - menteşe ülke tanımlarını birleştiren, bölgedeki iktidar boşluğunu, ABD’nin eğilimlerini göz önüne alarak, doldurmayı amaçlayan bir dış politika ürettiği söylenebilir. Bölgeyi kontrol edenin (boşluğu dolduranın) küresel çapta önünün açılacağını düşününce: Bugün Ortadoğu, yarın dünya…
Yukarıda değindiğim ironinin trajediye dönüşme olasılığıysa iki eksenin kesişmesiyle ortaya çıkıyor. Birincisi, yukarıda değinilen teoriler hegemonya konumundakilerin, hegemonya paradigmalarının ürünü. Bu teorilerle hareket edenler bu paradigmalara hizmet ediyorlar. İkincisi, ABD-AB ekseninden gelen bakış, Türkiye’nin işlevini bu boşluğun doldurulması değil, doldurulmasının engellemesi olarak tanımlıyor; Türkiye’nin boşluğu dolduracak yönde güçlenmesini engelleyecek “sigortaları” da içeriyor… Kurtlar sofrasına gitmeden bir konuda emin olmak çok önemli: Masada mısınız yoksa menüde mi?
Thursday, November 19, 2009
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment