Avrupa Birliği büyük projeydi; şimdi büyük bir düş kırıklığına yol açıyor. Büyük toplumsal düş kırıklıkları hemen her zaman büyük tarihsel olaylara yol açarlar.
Büyük projeden ‘Frankfurt Grubu’na
Avrupa Birliği projesi, öncelikle, Almanya’nın yeniden hegemonya kurmaya kalkmasını, Avrupa devletleri arası savaşları önlemeyi, komünizme karşı bir set oluşturmayı amaçlıyordu. Giderek bütünleşmiş bir ekonomik birim, sınırların kaldırıldığı, yasaların ortaklaştırıldığı, bir parlamentoya, anayasaya sahip, birleşmiş bir siyasi coğrafya oluşacaktı.
Bu proje, “ulus devletlerin egemenlikleri” paradigmasını geride bırakıyor, tüm üye ülkelerin eşit koşullarda katıldığı bir “birleştirilmiş egemenlik” (“pooled sovereignity”) oluşturuyor; Avrupa çapında, anayasa, vatandaşlık kurumunu, demokrasiyi güçlendiriyordu. Bu anlamda Avrupa Birliği bir uygarlık projesiydi. Hatta, European Council on Foreign Relations’ın kurucularından Mark Leonard’a bakılırsa AB, diğer ülkeleri kendine doğru çeken yeni model bir imparatorluktu.
Mali kriz tüm bu varsayımları sorguladı, vaatleri boşa çıkardı. Çünkü bu, 1970’lerden bu yana ertelenerek gelen, 1980’lerden sonra neo liberal politikalarla yönetilen kriz dinamiklerinin hepsinin birden patlak vermesinin yarattığı bir mali krizdi.
Krizle birlikte Almanya, AB içinde belirleyici olmaya, kendi ulusal çıkarlarını birlik üyelerine dayatmaya başladı. Bu sırada birlik üyeleri de, “birleştirilmiş egemenliğin” Almanya hegemonyası projesini destekleyen bir fantezi olduğundan şüphelenmeye başlamışlardı: Tüm AB üyeleri eşitti ama birileri daha fazla eşitti. Bu daha eşitler arasında da Almanya artık birinci konumdaydı.
Geçen hafta, Yunanistan ve İtalya’da hükümetler devrilir, başbakanlar istifaya zorlanır, yönetimleri, “Trilateral Komisyon” ve “Bilderberg” tiplerine emanet edilirken İrlanda da İngiltere bankalarının teminatsız alacaklarına mahsuben 1 milyar dolar ödüyordu. The Irish Times’dan Fintan O’Tool’un işaret ettiği gibi, “Başbakan, Michael Noonan bu muazzam büyüklükteki parayı, zaten iflas etmiş bir ülkenin kasasından alıp akbaba kapitalist kumarbazlara, bunun iyi bir fikir olduğunu düşündüğü için vermiyordu. Kafasına bir tabanca dayadıkları için veriyordu. Tehdit Avrupa Merkez Bankası’ndan geliyordu, acımasızdı: Hey düzenbazlar, vergi mükelleflerinizden topladığınız parayı verin yoksa banka sisteminizi yıkarız!” “Bu milyar dolarlık haracı parlamentoda tartışamaz, bir oylama da yapamazsınız!”(12/11)
Ülkelerin halklarının karar verme hakkı ellerinden alınırken “Frankfurt Grubu” diye bir şeyin oluştuğuna, G20 Cannes toplantısında şekillenen bu şeyin AB yönetimini fiilen üstlendiğine ilişkin yazılar medyada görülmeye başladı (Nelson, Spectator, 12/11; Cockburn, The Independent, 13/11).
“Frankfurt Grubu”, Merkel, Sarkozy, IMF Başkanı Lagarde, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi, Manuel Barroso, Jean-Claude Juncker, AB Başkanı Van Rompuy ve Olli Rhen’den oluşuyor, “AB hiyerarşisiyle Alman finans gücünü birleştiriyordu”. Böylece, Merkel’in “çekirdek Avrupa”, “iki hızlı Avrupa” “değişken geometrili Avrupa” kavramları da daha bir anlaşılır olmaya başlıyordu. Ama, “Frankfurt Grubu”nun arkasında ne var?
Sanırım IMF kaynaklı bazı veriler bu soruya bir cevap bulmaya yardımcı olabilir. İtalyan hükümetinin borçlarının yüzde 44’ü yabancıların elindeymiş. Bu oran Yunanistan’da 57.4, Portekiz’de 60.5, Fransa’da 62.5, Almanya’da 59.2. Bu veriler uluslararası borç piyasasını işaret ediyor. Kısacası, “Frankfurt Grubu”nun arkasında uluslararası finansal kapital var diyebiliriz.
Gerçekten de Merkel’in bile finans kapitalin basıncından kurtulamadığını görüyoruz. AB bölgesine ihracat yapan Alman Toptancılar, Dış Ticaret ve Hizmetler Federasyonu, Merkel’den mutlaka Avro’yu kurtarmasını istiyor, “Bu önlemlerin işe yarayacağına inanmıyoruz” diyorlar (New York Times, 13/11). Merkel de mali piyasaları denetlemekten, bankalara fiyat ödetmekten söz ediyordu. Ama sonra, Finansa Kapital’in “önce borçlar ödenecek” talebine teslim oldu.
Avrupa’da demokratik süreçlerin, sermayenin bu kesiminin taleplerine cevap vermek için askıya alınmaya başlaması birçok yorumcuda “uygarlık projesi” iddiaları bağlamında derin kaygılar yaratıyor. “AB vatandaşlığı iflas ederken gelişmiş üyelerle eşit olduklarına inananlar ‘geri kalmış ülke’ konumuna düşüyorlar”. “30 yıldır canavarca genişleyen finans kapitalin Avrupa’da demokrasiyle bağdaşmadığı ortaya çıkıyor”. “Böylece kapitalizmle ve demokrasinin 300 yıllık yol arkadaşlığı nihayet, Avrupa’da sona eriyor”. T.S Eliot’un “İçi Boş Adamlar” şiirini anarsak faşizm gibi olağanüstü rejimlere yol açan bir “patlamayla” değil, bürokratların elinde bir “sızlanmayla”...
Ama bu “sızlanmalarla” birlikte şekillenen yeni olasılıklar yelpazesi içinde, Harvard’dan Prof. Rodrik’in işaret etiği gibi, Avro bölgesinin dağılmasına, buna bağlı olarak gelişecek, 1930’ları anımsatan siyasi kâbuslara ilişkin senaryolar da var.
No comments:
Post a Comment