Tuesday, July 10, 2007

İt Cazı [1], "tekrar" ve risk...

(Cumhuriyet Kitap Eki 10 Nisan 2007)

"Ben memleketi kurtarmaya gidiyorum.
Sen akşama cinnet pişir"(
İt Cazı sf, 109)
Bu bir "kitap tanıtma" yazısı değil. Ben, "diğerleri" gibi yaşamamak, yazmamak, "özgün olmak" için çabalayan, bugüne kadar da bunu İt Cazı [1] da dahil olmak üzere büyük ölçüde başaran küçük İskender'in geldiği noktada, karşı karşıya olduğu bir tehlikeye değinmek istiyorum: İskender'in sanatı, bugüne kadar karşı durduğu "kentsoylu" kültürünün yeni biçimlerde, özellikle "gençlik kültürü", "karşıt kültür" "özgünlük" piyasası biçimleri içinde yeniden üretilmesi sürecine katılarak gücünü kaybetmek üzere.
I- Romantizmden Avant-Garde'a, "ideal"den "reel"e
Modern zamanlarda [2] felsefenin tarihini Kant'ın "üç eleştirisiyle" ortaya koyduğu, son tahlilde özgürlüğün anlamı ve sınırlarıyla ilgili sorunlarla boğuşmak oluşturuyor, modern siyasetin başı, Fransız devriminden bu yana "özgürlük" ve "eşitlik" sorunlarıyla dertte. Modern sanatın tarihini ise felsefenin ve siyasetin sorunlarıyla etkileşmesinin yanı sıra, romantizmden kurtulma çabası olarak yorumlanabilir.

Romantik sanat ideal ve sonsuz olanı, maddi ve sonlu olan yapıtta ifade etmeyi amaçladı. Yapıt "sonsuzun sonlu olana inişiydi". Özgürlük[3] ideali, böylece yapıtın estetik özellikleriyle kendini göstererek yaşantılandırılacak, duyumsatılacak, insanlık tarafından daha iyi anlaşılacak, gerçekleşmesi kolaylaşacaktı. Romantik sanatçı bu anlamda karşımıza adeta bir "yalvaç", sanat ise siyasetin ve dinin yerini alan yeni "sistem"[4] olarak çıkar [5].
Modernist sanatçı için ise sorunun, özgürlük idealinin yapıtın sonlu maddiliğinde yaşantılandırılması[6] olmadığını görüyoruz. Artık o sınıfları ortadan kaldırmaya, eşitlik, özgürlük, kardeşlik getirmeye söz vermiş olan bu toplumda özgürlük yokluğunun ayırdına varmaya başlamıştır. Tüm uygarlığın tarihi, özgürlük "yokluğu" etrafında yapılandırılmış toplumların tarihidir. Özgürlük, hep egemen sembolik (simgeler) sistem içinde yaşantılandırılamayan, dile getirilemeyen, bastırılan bir "şey" olagelmiştir: Özgürlük uygarlığın "reeli"dir. Modernist sanatçı özgürlüklerinin önündeki engellerle yüzleşmeye başladığında, bunları aşarak özgürlüğe ulaşmanın, reelin peşinde olacaktır.

Modernist sanatçı için sorun, giderek özgürlüğü, estetik haz yoluyla yeniden yaşantılandırmaya çalışan romantizmden kopmak, onun yerine özgürlük yokluğunu, reeli yeniden yaşantılandırmanın peşinde koşmak, olarak belirmeye başlar. Ancak reel, tarifi gereği yaşantılandırılamayan, dile getirilemeyen olduğundan, modernist sanatçı ister istemez yapıtını özgürlük üzerine değil, özgürlük yokluğu üzerine kuracaktır. Böylece modern yapıt karşımıza, reeli/sonsuzu, özgürlüğü, onun yokluğunu yaşantılandırma yoluyla arayan bir imkânsızlık olarak çıkar.
Ve hemen siyasallaşmaya başlar. Çünkü "yapıt" ve sanat eylemi, sanatçıyı özgürlüğün verili tanımlarıyla, düzenin yasalarıyla, ahlakıyla, daha genel olarak söylersek ideolojisiyle karşı karşıya getirecektir. Bir egemen sınıfın varlığı, özgürlük yokluğunun kendisi olduğuna göre, bu aynı zamanda reelin de ta kendisidir. Öyleyse sanatçı, hemen reelin sureti (semblance), simgesel varlığı olan egemenlik ideolojisiyle karşı karşıya gelecek, onu delerek arkasına geçmeye, reele ulaşmaya çalışacak, yapıtını hep bu paradigma içinde kuracak, bu nedenle egemen sınıflar/güçler tarafından hep kuşkuyla karşılanacak, sık sık yargılanacak, cezalandırılacaktır.

Buradan, yapıt, hep başarısız kalacaktır sonucuna ulaşırız ama bu sanatçının da başarısızlığa mahkûm olduğu anlamına gelmez. Çünkü, yapıtın "başarısız" varlığı, simgesel sistem içinde reele ilişkin bir fark yaratır. Yapıt, reel değildir, ama simgesele de uymaz. Yapıtla simgesel arasında bir uzaklık, yapıtın varlığıyla simgesel içinde, yapıtı izleyen "özne" üzerinde iz bırakacak bir "çatlak" oluşur. Sanatçının başarısı da işte bu uzaklıkta, bu çatlağın izleyicide bırakacağı "izde" ve bu uzaklığı durmadan yeniden yaratma çabasında yatar.

Bu açıdan bakınca, İskender'in hep "reel"in peşinde, sürekli aynı eylemi tekrarlayarak üreten "modernist" bir sanatçı olduğunu söyleyebiliriz. İskender İt Cazı'nda da ifade edilemeyeni, egemen ideolojinin dünyasında bastırılanı dile getirmeye, kentsoylu duyarlıkları delip geçerek arkasındakine, reele ulaşma çabasını sürdürmeye devam ettiğini görüyoruz.
Ancak İt Cazı, İskender'in sanat yaşamında geldiği noktada giriş bölümünde değindiğim gibi önemli bir sorunla karşılaşmaya başladığını da gösteriyor. Ya İskender'in reelin peşinde koşarken "buldukları", çoktan simgeselin içine alınmış, normalleştirilmişse? Ya kentsoylu duyarlılıkları delerken kullandıkları, artık kentsoylu duyarlıkların parçası, hatta kalkanı olmuşsa?

Aslında sorun İskender'den kaynaklanmıyor. 1980'lerde İskender yazmaya başladığında, henüz bu süreç yeni başlıyor, "küreselleşme" (neo-liberalizm) ve simgesel evreni, ülkeye yeni nüfuz ediyordu. İskender kendini kolaylıkla bu yeninin, aslında kapitalizmin kendini sürekli tekrarlayan "yenisinin" de (kötü sonsuzun) karşısına koyabiliyordu. Şimdi ise işi o kadar kolay değil; dahası, suç ortağı olma tehlikesi bile söz konusu.
II- Avant-Garde ve İskender
Toplumun medya eliyle genelleştirilen en düşük ortak beğeni parçacıklarıyla çalışan bir "estetik yönetici"[7] değil İskender. Onun, iktidar ilişkilerini, egemen ideolojiyi yeniden üretmeye, onun güncelini yüceltmeye hiç niyeti yok. Aksine onunki, bir tepki şiiri[8]. Şairin "girdiği yere sadece imha etmek için" girdiğine inanıyor (age). Şiir onun için bir "iltihap", "uyum sağlayamamanın, algılayamamanın, insan ruhunda yarattığı sıkıntılar... Eşitliğin olmadığı, çıkarcılığın ön plana çıktığı, faşizmin at koşturduğu bir dönemde" bir ütopyanın peşinde koşmanın ruh dünyasında yarattığı çatışmanın, bu çatışmada ölen hücrelerin iltihabı adeta şiir (age). "Oksijenle beslenmeyen", zehirli bir şiir bu, "toplumu içerden kemirmekle"... "sistemi içerden çürütmekle" ilgili.

İskender, bu tepki duyduğu dünyayı değiştirmek istiyor. "Bir soyguna hazırlanıyorum" diyor... ve ekliyor: "Bu ülkenin değil tüm Ortadoğu'nun, dünyanın alt kültür edebiyatını değiştirecek bir soygun bu". "Ben hayattan anlam çalmaya çalışıyorum" derken, bize kendini duşan kampında bir casus ve hırsız gibi gören Kierkegaard'ı anımsatıyor.

İskender yapıtlarıyla ve yaşantısıyla toplumu düelloya davet ediyor. İskender'in elindeki en güçlü silah "alt kültür". İskender'in bu kavramla tam olarak neyi kastettiğini anlamak zor. Ancak yapıtlarından, söylediklerinden bu kavramın "karşıt kültür" kavramıyla, yakın akrabalığı olduğu, hatta tümüyle örtüştüğü söylenebilir. İşte beni kaygılandıran da bu. Çünkü, bu alan İskender'in yüklediği anlamları taşımıyorsa, onun bu düellodan canlı çıkması olanaksız. Kayıp edeceği en değerli şey ise canı olmayacak...

Düellonun silahları, kentsoylu duyarlıkların (beğenilerin, yasaların, umutların, ahlakın) olumladığı neyse, onun tam tersi şeylerden (kavramlar, nesneler, değerler ve yaşam tarzı) oluşuyor. Diğer bir deyişle İskender de kentsoylu dünyanın reelinin peşinde.
Bu "karşıt", "çürütücü" değerler sisteminin, reelin peşinden gidişin, serüveni üzerine ilginç, bir çalışma olan "küçük İskender Şiirinde Aşk Anlatısı: Suç İktidar ve Ölüm" başlıklı denemesinde [9] Nilay Özer, İskender'in ilk kitabından bu yana (Gözlerim sığmıyor yüzüme, 1988) şiirlerini, çoğunlukla "eşcinsel aşkı, kimi zaman salt erotik/pornografik boyutlarını vurgulayarak; uyuşturucu, alkol, intihar, cinayet gibi öğelerle kurulmuş bir atmosferde işlediğini" saptayarak, bu şiirlerin, "Türk şiirinde görülmemiş genişlikte bir sözcük ve ifade evreniyle, alt kültürle üst kültürü buluşturan bir söylemler çeşitliliğine sahip" olduğuna işaret ediyor. Özer "Şairin kullandığı sözcükler dört gruba ayrılabilir" diyor ve devam ediyor, "1. Argo ve küfrü de içeren erotik/ pornografik sözcükler, 2. Cinayet, tecavüz, cinsel taciz, uyuşturucu gibi kanun ve ahlak bağlamında suça ilişkin ve şeytani olanı işaret eden sözcükler, 3. Devlet ideolojisine, iktidar odaklarına saldıran siyasi içerikli sözcükler. 4. Tıp başta olmak üzere bilimsel terminolojiyle insan bedeninin üye, organ ve dokularına ilişkin sözcüklerle ilaç isimleri. Aşkın konu edildiği hemen her şiirde karşılaşılan bu sözcük grupları, küçük İskender şiirindeki aşk anlatısının, suç, iktidar ve ölüm üçlüsüne dayanan özgün bir içermesi olduğunu düşündürür."

Özer'in bu saptamalarının, hemen hiçbir değişikliğe gerek duymadan İt Cazı için de, kitaptaki ilk "Abi" başlıklı şiirden başlayarak, geçerli olduğunu söyleyebiliriz [10]. Diğer bir deyişle İskender İt Cazı'nda da toplumun karşısına, ilk kitabından bu yana taşıdığı "alet çantasıyla" (temalarla ve sözcükler "kümesiyle") çıkıyor. Reelin peşinden koşan ama yapıtının hep başarısız kalacağını bilen bir sanatçı için bu doğal. Sanatçının başarısı yapıtın reeli yaşantılandırmasında, üründe değil (bu olanaksızdır), bunu gerçekleştirme çabasını sürekli tekrar etmesinde yatar. Badiou'nun işaret ettiği gibi, sonsuzu sonluda ifade etmenin yolu, onu yapıtın içine sıkıştırmaya çalışmaktan değil, tekrarda, harekette aramaktan geçiyor.

İskender'in aynı temaları biteviye tekrarlaması bu bağlamda, olağan ve gerekli. Ancak bu stratejinin, tekrarlanan temalar, kentsoylu duyarlıkların reeli olarak kalmaya devam ettikleri sürece başarılı olacağı da bir başka gerçek. İt Cazı'nı bekleyen tehlikeler de bu gerçekten kaynaklanıyor: 1988'den 2006'ya çok şey değişti, Türkiye'de ve dünyada. Esas olan aynı kalmakla birlikte...
III- İsyan ve "isyancı piyasası"
İskender'in bugün karşı karşıya kaldığı tehlikeyi betimleyebilmek için, 1988'den 2006'ya yaşanan gelişmelere, ve bu süreç içinde karşıt /alt kültürün piyasa ilişkilerine, onun "indirgemeci", "araççı mantığına"[11] eklemlenme sürecine kısaca değinmemiz gerekiyor.

1970'lerden başlayarak sermaye, önce merkez ülkelerde sonra dünya çapında bir aşırı üretim/talep yetersizliği kriziyle karşı karşıya kaldı [12]. Sermaye açısından, bu krize cevap olarak yeni yatırım alanları açılmalı, eksik tüketim sorunu talep yaratılarak, bu sırada finansal alana kaçarak/sığınarak aşılmalıydı. Bunların gerçekleşebilmesi için, sermayenin egemen örgütlenme biçimi ("yapılaştırılmış uyumu" ve "yapılaştırılmış duyarlılıkları" -öznelikler/beğenileri/değerler [13]) yıkılmalı ve yeniden kurulmalıydı.
1980'lerde başlayan bu dönüşümler, 1990'larda küreselleşme ve teknolojik (veri işlem ve iletişim- PC ve internet) devrim kavramlarıyla ifade edilerek hızlandılar. Bir başka açıdan baktığımızda ise, meta ilişkilerinin dünya çapında yayılma sürecinde bir hızlanmanın yaşandığını, zaman ve mekân kavramlarına ilişkin algılama biçimlerinin ve sermaye birikimi için gerekli duyarlık yapısının yeniden şekillendirildiğini görüyoruz. 1989'da Doğu blokunun çökmesinin ve devrimci imajların kısa sürede reklam piyasalarınca (sermayenin talep yaratma makinesinde) kullanılmaya başlamasının egemen ideolojiye getirdiği avantajları da ekleyelim.

Sermayenin talep yaratma makinesi, dikkatini özellikle üç alan üzerinde yoğunlaştırdı. Birincisi 1968-73 kuşağının, şimdi yılgın, yorgun ve tümüyle sinik (çok bilmiş) ama artık tüketim kapasitesi yüksek ve aklı gençliğinde kalan üyeleri. İkincisi, her yıl yenilenen bir piyasa olarak gençlik. Üçüncüsü hızla, IMF programlarıyla mali sermayeye açılmaya başlanan "gelişmekte olan piyasalar".

Bu konjonktürde sermayenin talep yaratma makinesinin en büyük esin kaynağının, ne yazık ki devrimci, isyancı kanat, 1968-73 sonrasında geliştirilen ama 1990'larda postmodernizmin kültür fetişizminin de etkisiyle hızla güçlenen, "karşıt kültür", "kültürü bozmak/tıkamak" (Culture Jamming) tezleri, "Cool", "Hip" kavramları ve "özgünlük" saplantısı olduğunu görüyoruz [14].
Bu tezlerin arkasında da yine 1968'in hayaletleri var. Bu tez iki parçadan oluşuyor: 1- Kapitalizm, teknoloji, kitle üretim ve kitelesel tüketim yoluyla, bürokratik yönetim araçlarını da kullanarak, uyumlu, zihni kapalı, pasif bireylerden oluşan bir topum yarattı. Sınıf mücadelesinden, siyasi partilerden ve reformlardan önce, bu kültürel egemenliği kırmak gerekir. Ancak o zaman insanlar özgürce düşünebilir ve devrimcileşebilirler. 2- Öyleyse, egemen kültür ne yasaklıyorsa, tam aksini yapmak gerekir!
Ancak bu kapitalizmin, çeşitlendirici, dinamik özelliklerini, sürekli yeni gereksinimler yaratarak ilerleyen doğasını göremeyen, deyim yerindeyse arabayı atın önüne koşan tezler, 1990'larda hızlanan dönüşüme hazırlıksız yakalandılar. Şimdi, talep yaratma makinesi (reklam endüstrisi) 1968-73 kuşağının özellikle 1989'dan sonraki, bilgiç, şüpheci ama umutsuz ruh halini doğru bir biçimde anlayarak uyum sağlamaya başlamıştı bile. Şimdi talep yaratma makinesi, yeni hedef kitlesini göz önüne alarak, kapitalizmin yabancılaştırıcı bir sistem olduğunu, malların vaat ettiklerini yerine getirmediğini itiraf ediyor, bu "gerçeğin farkında olan" "isyankâr" kesime mallarını, adeta göz kırparak, şaka, ironi, devrimci nostalji yoluyla, gençliğe ve genç kalma (Ah! Genç kalma endüstrisi!) fantezileri, "hip" ve "cool" imajları, "özgünlük" saplantısını körükleyen imalar aracılığıyla satıyordu[15].
Dahası bu talep kıtlığı ortamında, sermayenin talep yaratma makinesi, yerleşik, bir önceki birikim modelinin kentsoylu duyarlılıklarına/değerlerine karşı da savaş açacak [16], ahlaki sınırları aşmaya başlayacaktı. Marx'ın Komünist Manifesto'da vurguladığı gibi yine "kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyordu". Hiper-kutsal (din) olan için de, ayrı, ona özgün bir din sömürüsü piyasası oluşturuldu.

Şimdi, kentsoylu kültür, gereksinimlerin "ânında tatminine" öncelik veren bir biçimde yeniden şekilleniyor, böylece insanlar da verili an üzerinde odaklaşıyor, geçmişlerini ve geleceklerini kaybediyor, sürekli bir unutkanlık ortamında, yaşama programlanıyorlar. Burada estetik yaşam (yine Kierkegaard) diğer bir deyişle, bedensel hazlara odaklanmış bir yaşam yüceltiliyor, bedensel olarak özgürleştiklerini sananlar eskisinden çok daha yakından denetlenen ve yönlendirilen bir "biopolitic" nesnesi olmaya başlıyorlar. Artık en makbul nesneler ânında tatmin vaat edenlerdi: Metalar (alışveriş), seks (aşk fantezileri) ve uyuşturucu.
Bu süreçte artık, parfümler, giysiler, uyuşturucu hatta eroin imajlarıyla satılıyor, yeni müzik grupları, "alt kültürün" yaşamından alınmış imajlarla pazarlanıyor, seks her türlü malın imajına işleniyor, eşcinsellik için yeni pembe piyasalar, çevreciler için ahlaklı yatırım araçları yaratılıyordu. Uydu kanallar, MTV, Fox, CNN, ABD, CNBC kaynaklı diziler, reklam afişleri önce gelişmiş ülkelerde hızlanan bu süreci gelişmekte olan ülkelerin metropollerine taşıyordu.

Bu süreç Türkiye'de özellikle 1990'larda büyük bir ivme kazandı. İskender'in "düelloda" kullandığı silahlar teker teker, kapitalizmin, bu yeni neoliberal kentsoylu yaşamın simgesel evrenini içine alınmaya, reelin alanından çıkmaya başladılar.
IV- Sonuç

Şimdi, İskender, reelin peşinde giderken, simgeselin yeniden üretiminin aracına, (bu kez isyancılar, için açılmış yabancılaşma pazarındaki genel geçer, ortak paydayı temsil eden beğenilerden oluşan) bir "estetik yöneticiye" de dönüşebilir... Biz de son 25 yılın en önemli şairlerinden birini kaybetmiş oluruz.
-------------------
(1) küçük İskender, İt Cazı, Temmuz 2006, Sel Yayıncılık.
(2) Modern zamanlar kavramını kapitalizmin tarihiyle eşanlamı olarak kullanılıyorum. Ancak kapitalizmin tarihini da kabaca, ortaya çıkış, kapitalist sınıfın şekillenmesi ve eski rejimle mücadeleleri, kapitalist sınıfın egemenliğinin ve egemen ideolojisinin sembolik evrende belirleyici olması, nihayet kapitalizme karşı ilk kuşkuların ve eleştirilerin oluşmaya başlaması olarak üç aşamada düşünebiliriz: Oraya çıkış (becoming), Varoluş (existence), değişemeden tekrar (kötü sonsuz). Romantizm, Modernizm, Avant Garde... olarak düşünülebilir mi acaba?
(3) "Sanat sanat için", "sanatın kendinden başka hiçbir işlevi yoktur" tezleriyle yükselen kentsoylu sınıfın özgürlük talebi arasındaki ilişkiyi başka bir yerde (Köpeğin Ahlakı, 2005, Gri Yayınları) irdelediğim için burada girmiyorum.
(4) Örneğin, Bkz: "Alman idealizminin en eski sistem programı" (1796) olarak bilinen belge, İngilizce çevirisi için Andrew Bowie, Aesthetic and Subjectivity, from Kant to Nietzche 2003, Manchester University Press sf. 334
(5) Slavoj Zizek bu konuya sık sık değinmekle birlikte, "sistemli" bir değerlendirme için: Alain Badiou, The Century, 2007, Polity Press.
(6) Bu kavramın yeterli olmadığının farkındayım ama "present" ve "re-present" kavramları için daha iyisini bulamıyorum...
(7) Bu kavram Donald Kuspit'e ait, Redeeming Art, Allworth Press, New York, 2000, sf, 134-154) ama esas kaynağı için: Bernd Schmitt and Alex Simonson Marketing Aesthetics - The Strategic Management of Brands, Identity and Image, Free Press New York, 1997.
(8) Röportaj: Esmer, Eylül 2006
(9) Nilay Özer, "küçük İskender'in Şiirlerinde Aşk Anlatısı: Suç, İktidar ve Ölüm", Varlık. Eylül 2006. Sayfa 36-41
(10) It Cazı'nın, İskender'in en gelişkin, zamanın ruhuna uygun olarak en melankolik, aynı zamanda en şiddetli yapıtı olduğunu düşünüyorum. İt Cazı'nı biçim açısından da ayrıca tartışmak gerekecek. Ancak bu başka bir yazının konusu.
(11) Adorno, T., Horkheimer, M., Dialectic of Enlightenment. Verso. 1979 (1944)
(12) Robert Brenner, "The Economics of Global Turbulance", New Left Review, 229, Mayıs Haziran, 1998
(13) David Harvey, Spaces of Capital -Towards a Critical Geography-Routledge, New York 2001. Özellikle sf. 312'de başlayan bölüm.
(14) Bu alanda iki çalışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Thomas Frank, Conquest of Cool, Business Culture, Counterculture and the Rise of Hip Consumerism, University of Chicago Press, 1998, ve Joseph Heath ve Andrew Potter, The Rebel Sell: How the Counter Culture Became Consumer Culture, Capstone 2005
(15) "Distruption", yöntemi özellikle ilginç: Reklamcı, önce yerleşik bir davranış biçimi saptıyor. Sonra reklamını yapmak istediğiniz ürünü buna karşı çıkışın simgesi olarak sunuyor. En son örneklerden biri: Komünist Çin'de bir lise. Öğrencilerin hepsinin elbiseleri ve saç modelleri aynı. Bir kız ve bir erkek, "X" marka saç jelini kullanarak isyan ediyorlar.
(16) Plesantville (Gary Ross, 1998) filmini anımsayın: 1990'lardan iki genç aniden kendilerini 1950'lerin (Refah devleti, sınıf aidiyetleri vb...) siyah-beyaz dünyasında buluyorlar, ama 1990'lardan getirdikleri liberal (neoliberal) davranış biçimleriyle film yeniden renklenmeye başlıyor...

No comments: