Tuesday, September 22, 2009

Çoktan, gereğinden fazla uzamış bir tartışma üzerine son kez

“Bir boya dökme vakası” başlıklı yazımda “aklın istikrarsızlığından” öz ederken, Margulies’in özgün bir durum olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Birlikte savruldukları noktada, grup arkadaşlarında da bu durumun kimi “semptomlarını” gözlemlemek olanaklı.

Örneğin Doğan Tarkan, arkadaşı Roni Margulies’i savunmak amacıyla bana yönelik bir yazı yazmış. Bir insanın siyasi çizgisini paylaştığı bir dostunu savunması çok yerinde bir tutum. Ama keşke acele etmese, biraz daha özenle savunsaydı “aklın istikrarsızlıklarını” belki kontrol altına alabilirdi diye düşündüm okurken. Ama ne yazık ki alamamış.

Tarkan yazısına devrimci geçmişimizin fedakarlıklarını, çektiklerini vurgulayan bir giriş yapıktan sonra sıra bana gelince, birden bire, benim dip not merakıma ve şiir yazma pratiğime gönderme yapmaya başlıyor. Bu göndermenin nedenini anlamadım. Yine de davete uyup bir not düşeceğim: Dip not merakı, söylenen şeylerin kaynağını vermek, paylaşmak arzusundan kaynaklanır; bir akademik ahlak anlayışıyla, disipliniyle ilgili bir durumdur.

Ama o ki şiirden laf açıldı, ilgileneler için bir bilgi aktarayım bari: Margulies kendini siyasette, Troçkist olarak tanımlar. Ancak iş sanata geldiği zaman, 1994-95’de Adam Sanat dergisinde yaşanan bir tartışmada hayretle izlediğimiz gibi, Stalin’in Avant Gard’ı imha eden komiseri Jidanov’un savlarıyla, Atilla İlhan’a yaslanarak 1980’ler kuşağına saldırmaktan çekinmez… Tartışmanın ayrıntılarını öğrenmek isteyenler benim Yaşasın Modernist Refleks (Telos yayınları 1997) kitabıma bakabilirler. Şiir tartışmasını, “Bir serginin düşündürdükleri” başlıklı yazıyla birlikte okumalarını öneririm.

Konu Stalinizm’e gelince insan ister istemez anımsıyor. Stalin rejiminin en önemli özelliklerinden biri de, tarihi geriye doğru yeniden yazmak, birilerini silmek, birilerini de ajan, polis filan gibi düzmece mahkemelerle imha etmekti. Diğer bir deyişle, siyasette argüman yerine yalana başvurmakla ilgili bir damarı var Stalinist geleneğin.

Troçkist olduğunu “bildiğim” Tarkan’ın yazısında da bu geleneğin karanlık gölgelerine rastlayınca, yine “aklın istikrarsızlıklarını” düşünmeden edemedim; gerçekten de çok üzüldüm.

Örneğin, Margulies-Tarkan grubundan daha önce bana gönderilen V.A imzalı bir mesajda da benim siyasi geçmişim tarihten siliniyordu. Bunu yazanın cehaletine vererek, üzerinde durmamıştım. Ama şimdi bir kez daha düşüneceğim bu tutumun anlamını.

Tarkan da, Türksam adlı bir kuruluşa yazı yazdığımı, devlet görevlisi olduğumu ileri sürüyor, Kürt ve Ermeni düşmanı olduğumu ima ediyor. Bu arada 1980’lerin gizlilik döneminde kullanılan bir takma ismi de, sahibinden izin almadan açıklamakta hiç bir sakınca görmüyor.

Türksam için hiçbir yazı yazmadım. Diğer taraftan ben tek başına, bağımsız bir entelektüelim. İstediğim yere yazarım. Beni yazılarımın içeriği bağlar. Diğer taraftan, internet ortamında benim yazılar, irademin dışında, bana sorulmadan, hiç bilgi dahi verilmeden oraya buraya konuyor.

Devlet görevlisi olmama gelince, bu gerçekten çok hazin bir iddiadır. Margulies, şair, yazar ve giderek, özellikle AKP’ye ve siyasal İslam’a yakın medya çevrelerinde “Kamusal entelektüel” konumuna ulaşmış bir insan. Ben eleştirilerimde, onun destek vermekte olduğu çizgiye, üstlenmekte olduğu işleve yönelik teorik bir saptama yapmıştım. Bu bir yorumdur, teorik saptamadır. Katılanlar oldu katılmayanlar da. Ancak Tarkan gibi, “sen devlet görevlisisin” diyeni çıkmamıştı. Tarkan eğer bana bürokrat, kamu işçisi, memur filan demiyorsa, acaba ne demek istiyor? “Sen derin devletsin”, “5. Kolsun” filan mı demek istiyor? Burada da insanın aklına Vişinski mahkemeleri geliyor… Tarkan sinirli, gözü çabuk kararan bir arkadaştır (bunları bir eleştiri olarak söylemiyorum) ama, kantarın topuzunu bu kadar kaçıracağını hiç ummuyordum doğrusu…

Ermeni ve Kürt düşmanı olduğuma ilişkin imalara gelince… Kürt sorunu tartışılırken, Tarkan ve arkadaşları gibi kimi sosyalistlerin umutlarını düzen partilerine bağlayan tutumuna karşılık, ben hep bu sorunun sınıfsal yanını, toprak sorununu ve emperyalizm eksenini vurguladım. Belki bu noktada da “reddetmemiz gereken miras” bağlamında, parlamentarizme ilişkin tartışmaları, “kendi sağındaki güçlerden medet ummak” konusunda geçmişte yapılmış eleştirileri anımsamak yararlı olabilir.

Ermeni sorunu konusunda ise bir keresinde Hrant’ın alçakça katledilmesinden sonra, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını atanlarını eleştirdim. Ermenilerin yaşadığı felaketi yaşamayanların, o acıları çekmeyenlerin, kendilerini onlarla ayni düzleme koymaya hakkı olmadığını vurguladım. Bir başka zamanda da Ermeni sorunuyla ilgili çok imzalı bir bildiriyi yayınlayanları da, “soykırım” kavramından kaçtıkları için eleştirdim. Bunların Ermeni düşmanlığı olduğunu, “Big Brother”ın “Düşünce Polisi” bile iddia etmeye cesaret etmezdi.

Cumhuriyeti savunmaya gelince, evet siyasal İslam’ın Osmanlı nostaljisine, liberalizmin, emperyalizmin Huntington okulunun saldırılarına karşı 1923 “olayını” savunuyorum. Gericilerle, rejimle, kapitalizmle, emperyalizme uzlaşmak için sıraya girenlere karşı, 1970’ler kuşağının devrimci refleksini savunduğum gibi. Bu iki “olayı” savunmam, bu iki olayın “hakikatine” sadakatle ilgilidir. Benim bu iki olaya yönelik eleştirilerimin olmadığı, birincisinin, demokrasi ayağı eksik (kim demiş burjuva devrimleri illa demokratik olur diye), ne kadar varsa o kadarıyla emekçi sınıfların direnişini bastırmış, bir Burjuva Devrimi olduğunun ayırtında olmadığım anlamına gelmiyor. Geçmiş değerlendirmelerimde de, 1965-70’ler kuşağının, sosyalist mücadelenin anti emperyalist, anti faşist yanını egemen kıldıkları, popülist (ama devrimci-popülist) bir çizgi izlediklerini, ama bunun illa sosyalizmle özdeş olmadığını vurguladım. Evet, anti-faşizm, anti-emperyalizm “kümeleri” sosyalizm kümesiyle kesişebilir, ama özdeş değildirler. Diğer bir deyişle sosyalizm “kümesi” bunları içerebilir, ama onlar sosyalizm “kümesini” içeremezler. Bugün, emperyalizme bağımlı, bölgesinde ABD tarafından sürdürülen emperyal operasyonları destekleyen bir hükümet ve ordu ile yönetilen bir kapitalist ülkede, kapitalizme karşı anti-emperyalist bir eksen üzerinden mücadele etmeyenlerin, bu hükümete destek vermekte ısrar edenlerin, ne kadar enternasyonalizm lafları etseler de kapitalizme karşı mücadele ettikleri söylenemez.

Bu nedenlerle, geçmişte Mahir Çayan’a yönelttiğim eleştiriler kadar, yine geçmişte geleneğimiz bağlamında Çayan’a sahip çıkan yazılarıma da, bugün sahip çıkmakta hiçbir mahsur görmüyorum. Özellikle, Mahir Çayan’ın “oligarşik devlet” biçimine ve “emperyalizmin iç olgu” olmasına ilişkin zamanından çok önce ve büyük bir önseziye yapılmış saptamalarına… Ama bunlara sahip çıkmak “öncü savaşı”, “evrim devrim iç içe”, savlarına da sahip çıktığım anlamına gelmiyor.

Diğer taraftan, galiba ben de Tarkan da boşuna nefes tüketiyoruz. Margulies’in, Taraf gazetesinde, Kürt açılımı konusunda kimi AKP milletvekillerine verdiği akıla bakar mısınız?

Margulies şöyle yazıyor: “Adamın partisinin hükümeti kelleyi koltuğa alıp bir barış girişimi başlatıyor. Başarırlarsa tahminen yüz yıl hükümet olacaklar. Bu adam da, salt barışı sağlayan partinin milletvekili olduğu için, tahminen öldüğü güne kadar milletvekili seçilecek.” (09/09/09). Şimdi bu “kelleyi koltuğa alma” fantezisini bir kenara bırakalım, bir burjuva hükümet “neden kelleyi koltuğa alır?” diye sormayalım. Hatta bu “fantezinin” örttüğü “çatlağı” da aramayalım. Gelin bu akıl vermenin mantıksal sonuçlarına bakalım. Margulies bir burjuva hükümete ve hükümet partisinin milletvekillerine yüzyıl iktidarda kalabilmenin yolunu anlatıyor. “Arkadaş sana ne?” diye de sormayalım. Ama şunu da görelim: AKP milletvekilleri onun sözünü tutarlarsa, yüzyıl iktidarda kalacaklar… Margulies AKP milletvekillerini yüzyıl iktidarda tutacak bir adımı destekliyor… Şimdi ben “akıl istikrarsızlığından” söz ederken haksız mıyım?

İroni bir yana, Margulies’in öğütlerinin gerçeklikle bir ilgisi yok. Bu sözler, kimin kendisini bunları söylerken görmesini istiyorsa, o göz için önemli, ama o da bizi ilgilendirmez!

Gerçekteyse, ne AKP, tüm milletvekilleri destek verse bile, Kürt sorununu çözebilir, ne de o milletvekilleri Margulies’i ciddiye alırlar. Ama AKP milletvekillerine verdiği öğütlerle Margulies’in sosyalistlere çok karanlık bir gelecek vaat ettiği de bir gerçek.

Bitirirken esas tartışma konusuna bir kez daha dönmek istiyorum. Margulies’in başına boya, onun Türkiye solunun geçmişine yönelik yaralayıcı sözlerine tepki olarak dökülmüştü. Tabii ki tatsız bir olay. Keşke böyle olmasaydı. Boya dökmek yerine, bir tartışma ortasında hesaplaşmayı seçselerdi ideal olurdu, ama birileri bu yolu seçmişler. Olur böyle şeyler… Ama biçimi tartışılır bir protesto eylemini, düşünce özgürlüğüne bir saldırı olarak satmaya çalışmak olmaz!

Şu da olmaz: Arkadaşınız bir geleneği karaladığı için protesto edilecek, ama siz, uyduğunda, “biz Anayasayı değiştirmek istediğimiz iddiası ile düşüncelerimizden dolayı idam ediliriz… Yani eylemimizden dolayı cezalandırıldığımızda da aslında düşüncemizden dolayı verilir bu ceza” sözleriyle arkadaşınızın karaladığı kişilere gönderme yaparak, onların çok kısa, birkaç yıllık (kimileri 15-20 yıl çabalar, ülke siyasetine bir çizik bile atamaz) ama son derecede parlak, etkin ( o kadar etkin ki, 35-40 sene sonra hala Taraf gazetesinde yuvalanmış yazarların boy hedefi olmaya devam ediyorlar) yaşamlarının yarattığı deneyimin içine, işinize geldiğinde geri döneceksiniz.

Nihayet bu da olmaz: Bir taraftan devletin (evet devletin) sınıf çıkarlarıyla, emperyalist hesaplarla kirlenmiş politikasına destek çıkacaksınız, diğer taraftan, bu politikaya inanmayan, herkesi Ergenekon’la aynı kaba koymak üzere, darbeci, devlet memuru ilan edecek, adeta “düşünce polisliği” yapacaksınız, sonra da ifade özgürlüğünü savunmaktan söz edeceksiniz.

1 comment:

Unknown said...

Sayın Yıldızoğlu,

Blogda yayınladığınız yazılar, herkesin okumasına açık olduğundan ve de başka sitelerde paylaşılmaması için bir uyarıda bulunmadığınızdan, yazılarınızı başkalarıyla paylaşmak isteyenler ne tür bir hata yapmışlardır, anlayamadım. Yazılarınız paylaşıma açıkken neden böyle bir ibare kullandığınıza da anlam veremedim. Aksini düşünüyorsanız, bir "kısıt" söz konusuysa, nedeni konusunda da aydınlatmanızı dilerim...