Thursday, December 31, 2009

Avrupa’da Kimlik Savaşları

2009 yılında, Avrupa’da modern tarihin en karanlık yanlarını anımsatan kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Krizin etkisiyle toplumda emek-sermaye çelişkisi üzerinden kutuplaşmaların ilk işaretleri belirginleşirken bu kutuplaşmayı sabote edecek kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaşması gerçekten çok ilginç.

Minare yasağından ‘Beyaz Noel’e
Avrupa ülkelerinin çevre ülkelerden ithal ettikleri göçmen nüfusun sayısı 20 milyona yaklaştı. Avrupa ülkelerinin yoksulları arasında “işlerimizi alıyorlar”, “sosyal hizmetleri kapıyorlar”, gibi söylemlerle başlayan bir yabancı düşmanlığı, 11 Eylül New York, 2004 Madrid, 2005 Londra bombalı saldırıları, film yapımcısı Theo van Gogh’un öldürülmesi, Hollanda karikatür krizi üzerinden “ulusal, tarihsel kimliğimizi tehdit eden Müslüman istilası” söylemiyle açık bir Müslüman düşmanlığına dönüştü. Avrupa’da muhafazakâr partiler, şimdi bu yoksulların oylarını almak için, en düşük ücretlerle en pis işlerde çalıştırılan, gettolarda yaşamaya zorlanan yabancı işçiler nüfusundan kurtulmak istiyormuş gibi davranıyorlar.

Yabancı düşmanlığı, 2009’da, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, ırkçı partilere grup kurabilecek sayıda temsilci çıkarma olanağı sağladı. İsviçre’de genel bir halkoylaması camilerin minarelerini yasakladı. Dahası, kamuoyu yoklamaları “yasağa hayır” oyu çıkacağını söylerken sandıktan kesin bir evet oyu çıkması, bu düşmanlıkların yüzeyde görünenden daha derin olduğunu düşündürüyordu. Belçika’da laikliği güçlendirmeyi amaçlayan bir yasa tasarısı, İsviçre oylamasının sonuçlarının da etkisiyle, Hıristiyan grupların direnişine takıldı. Fransa’da Başkan Sarkozy, Fransız ulusal kimliği üzerine doğrudan yabancıları hedef alan bir tartışma başlatırken, peçeyi ve çarşafı yasaklamayı amaçlayan bir yasa taslağı meclise gelmeyi bekliyor. İtalya’da ırkçılık, bu yıl bazı kasabalarda “Beyaz Noel” kampanyasına, yabancıların evlerine yapılan polis baskınlarına yol açtı. İtalya’da da cami yapılmasını önleyecek bir yasa tasarısı meclise geliyor. Musevi grupları da Avrupa çapında Yahudi düşmanlığının belirgin bir biçimde artmaya başlamasından yakınıyorlar.

‘Tek bir dünya’ ve ‘başkası’
Diğer taraftan, geride bıraktığımız 20 yılın küreselleşme tartışmalarını, teknolojik gelişmeleri, finansallaşma süreçlerini, toplumsal, kültürel anlamları bağlamında düşündüğümüzde karşımıza iki gerçek çıkıyor.

Birincisi, sermaye birikimi sürecinin metalaştırma dinamiklerinin giderek daha etkin biçimlerde dayattığı bir evrenselliktir. Metalaştırma ve sermaye evrenselliği, (“kâr makinesi”) toplumsal yaşamın üretildiği ve yeniden üretildiği “dünyaların”, coğrafi, ekonomik yapılarını, kültürel kodlarını çözüyor, homojenleştiriyor, özgünlüklerini yok ediyor. İkincisi, bu evrenselleştirme süreci içinde, güçlenen askeri /sinai-finans-medya-bilişim tekelleri üzerinde, her şeye egemen, kimi araştırmacılara göre sayıları 10 bini geçmeyen, bir oligarşi şekilleniyor (Örneğin: David Rothkopf, Superclass: The Global Power Elite and the World They Are Making, 2008)

İkincisi: Bu çözülmeye ve homojenleştirmeye karşı, dini, etnik reflekslerle direnme eğilimi körükleniyor. Ne yazık ki, bir giysiyi giyme, bir dili konuşma, bir kimliği yaşama hakkı, tek tek bireyler açısından ne kadar önemli olursa olsun, sermayenin, metalaştırma süreci yaşam dünyalarını altüst ederken “yaşamı” koruyacak etkili bir direniş seçeneği oluşturamıyor. Sermayenin homojenleştirme süreci, bu kez direniş araçlarını metalaştırarak, yeni “direniş piyasaları” oluşturarak, “özgürleşen dillerin”, seçkinlerinin, mülk sahibi sınıflarının etkilerini kullanarak yoluna devam ediyor.

Diğer taraftan, kimlik siyaseti, “başkasını” tanıma talebi üzerinde yükselen direniş stratejileri, çok büyük, ama gerçekle alakası olmayan bir varsayım üzerine inşa ediliyor. Le Novel Observateur’de gerçekleştirilen Badiou-Finkielkraut tartışmasında, Badiou’nun vurguladığı gibi, bu “başkası” söylemi, yaşadığımız dünyada gerçek düşmanların var olmadığı, “başkasını” tanır ve sayarsak demokratik bir barışın bizi beklediğini varsayıyor.

Ne yazık ki, tüm “yaşam dünyalarına” sonuna kadar nüfuz etmiş bir metalaştırma sürecinin, kapitalizmin, hatta emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada (“tek bir dünyada”) yaşıyoruz. Ve bu, son derecede kırılgan, sürekli krizler, savaşlar ve bu altüst oluşlar içinde de sürekli “günah keçileri” üreten bir dünya. Dün Yahudiler, bugün Müslümanlar, Türkler için Kürtler, Kürtler için Türkler… Dünyayı dolaştıkça bu listeyi uzatmaya devam edebiliriz. Adeta, kuzuların, mezbahaya gitmekte olan bir kamyonun içindeki sıkışıklıktan birbirlerini suçlaması gibi: “Biraz öteye gidip bana biraz yer açsan, bak her şey nasıl düzelecek…” Evet, iyi fikir, ama sonunda kamyonun menziline varmasını engellemeyecek!

3 comments:

Engin Kurtay said...

Din ve etnik kültür siyasetinin sömürü düzenindeki işlevini çözümleyen mükemmel bir yazı!

Sondan 3. ve sondan 2. paragraflar çok önemli: “liberal solcu” denen türün sermaye düzeniyle eklemlenerek nasıl ortaya çıktığını formüle ediyor. Bu noktaya aslında daha çok odaklanmak gerekir: Kültür siyasetinin prim yapmasını ve solcular tarafından sahiplenilmesini, daha önceki paragrafta (sondan 4. paragraf) söylenen sayıları 10,000 cıvarındaki “superclass” oluşumuyla ilişkilendirebiliriz: tekelleşme ve teknolojik ilerlemenin öznesi olan bu oligarşi, aslında sermaye düzeninin sonunu da muştuluyor. Bilinen anlamda kol emeği ortadan kalkıyor, fiziksel emek, “en pis işlerde çalıştırılan” ve düzenin devamı için aslında olmazsa olmaz olmayan bir emek türü haline geliyor. Orta sınıf denen tür ise, aslında henüz tescil edilmemiş devasa bir işsizler ordusudur... ve bu sınıf, proleter-ortaklaşmacı bir bilinç ortaya koymaktan çok, kültür siyasetine prim tanımaya daha yatkın bir karaktere sahiptir.

Sonuç olarak sermaye düzeni, “ortamalı marksistlerin” öngördüğü gibi sosyalizme doğru değil, ünlü tarihçi Naci Cem Öncel’in yıllar önce öngördüğü gibi “Neo-Feodalizme” doğru evriliyor. Din-Etnisite Kültür siyasetinin sınıf siyasetinin önüne geçmesi de işte tam bu noktada anlamlı: kapitalizme özgü çelişkiler değil, feodalizme özgü değerler siyasette talep konusu haline geliyor. Bu sürecin tabii ki en görünür olduğu coğrafyalar da Ortadoğu ve bizim ülkemiz gibi feodalite ve kapitalizm arasında sıkışmış toplumlar.

2012 filmini yeni izledim. Bence film çok başarılı: yönetmen mükemmel bir sosyoloji yapmış: bugün Dünya gerçekten böyle bir felaketle karşı karşı karşıya kalsa, insanlar tıppppppkı bu şekilde davranırlar. Senaryoyu iyimser değil de kötümser yapan tek bir nokta var, o da Başkan Yardımcısı o şişko herifin biraz psikopat ve beceriksiz olması. İnsanlık geldiği bu uygarlık seviyesinde halen kollektiviteye yatkın değil. Bu nedenle “liberal solcu” diye bir kategorinin imkansızlığına inanıyorum. Solcu hala otoriter, hatta totaliter olmak zorundadır (ama kesinlikle faşist ve ırkçı olmadan!). 2012’de de böyle bir liderlik olsaydı kapasite kullanım oranı çok daha yüksek olur, hem gerektiğinde sopa kullanılarak izdiham önlenir hem de “en az 10 kişi sığabilecek” lüks kamaralar sonuna kadar doldurulabilir, 5 gemi yerine belki 500 gemi yapılarak insanlığın tamamına yakını kurtarılabilirdi.

Çetin said...

Batı'nın hangi kimlik çukurunda debelendiği beni ilgilendirmiyor , yeter ki aklımızı kullanarak ,ulusca,bu çukura bizler de batmayalım çünkü çözülmesi gereken o kadar çok sınıfsal ve bağımsızlığımızı tehdit eden ekonomik sorunlarımız var ki .Tüm çabalarımızı ve gücümüzü bu konulara yönlendirmemizin yolu da etnik-dinsel kimlikleri kurcalayarak bizleri de birbirimize düşürmek isteyenlere her ortamda yapmak istediklerini yutmadığımızı ve başaramayacaklarını göstermek ve işçilerle-köylülerle-küçük esnafla-ulusal sanayicimizle çeşitli eylem birlikteliği ve düşünce yakınlığı sağlamaktan geçer.Hepimize ,yeni yılda başarılar dilerim.

Engin Kurtay said...

Keşke öyle yapabilsek Çetin, ama görünen o ki bu tren çoktan kaçtı. İşçi-köylü-küçük esnaf-sanayici gibi tabakalar arasındaki ulusal ülkü birliği çoktan parçalandı. Eskiden faklı sınıflardan, bölgelerden, etnisitelerden insanların hayatlarına ve geleceğe dair ortak hedefleri vardı: Batılılaşmak, modernleşmek, geçmişin değerlerinden sıyrılıp herkese eşit şanslar tanıyacak daha gelişmiş bir toplum yaratmak... 70'lere kadar Türk toplumuna bu kozmoloji hakimdi ve bu anlamda herkes az ya da çok devrimciydi. Ancak son 30 yılda bu ortak kozmoloji (ulusal ülkü) kırıldı. Bu durum aslında birçoklarının iddia ettiğinin aksine, kapitalistleşmenin değil, feodalleşmenin sonucuydu: ulusal modernleşme ülküsünün dağilması ve etnik dinsel kültürel değerlere geri dönüş...

Bizim ülkemizdeki kültürel ve ideolojik alanda bu feodalleşmeyi zorlayan gelişmelerin kaynağı da büyük oranda Batı'daki gelişmeler. Varlıklı kesim Batılı yaşam biçimini benimserken, varlıksız kesim etnik ve dinsel geleneksel değerlere daha çok bağlanıyor. Dün gece Beyoğlu'nda dolaştım ve gözlerime inanamadım: 3-5-10 hatta 20 kişilik genç erkek gruplar erkek erkeğe birlikte geziyorlar, yanlarında bir tek kız yok. İstiklal Caddesi'nde kız/erkek oranı herhalde 1/100 gibiydi. Tacizleri engellemek için polisler seferber olmuştu. Kadınlar neredeydi? 30 senede hiç mi değişmedi bu toplum?

Kemal Atatürk'ün, Trotsky'nin, Mao'nun önce kültürel Devrim demeleri boşuna değilmiş. "Çevre Ülke" diye adlandırılan bizimki gibi ülkelerin Batı ile ilişkisi içinde parçalanmadan ve feodalleşmeden bütünlüğünü koruyabilmesi için ekonomik devrimden önce kültürel devrimi hedeflemeleri gerekiyordu. Türkiye'de klasik Marksistlerin yaptıkları en büyük hata işte budur: Mustafa Kemal'e, Köy Enstitülerine, kültürel devrime sahip çıkmamak... 12 Mart generallerinden biri de bu konuda müthiş filozofça bir laf etmişti: "sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı, bunu frenlemek gerekiyor" demişti...