Thursday, January 01, 2009

Mahalle Baskısı, ‘İklim Sorunu’, ‘Rejim Sorunu’

(Cumhuriyet 31.12.2008)

Prof. Binnaz Toprak’ın “Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” ile ilgili araştırmasının yol açtığı tartışmalar sürüyor.

Bu sırada araştırmanın kapsadığı bölgelerde saptadığı yeni “iklimin” soğuk rüzgârlarının giderek, bizzat araştırmanın sponsorlarını, Prof. Toprak’ı da üşütmeye başladığına şahit oluyoruz. Araştırma üzerinde sürdürülen tartışmaların büyük çoğunluğunun (Ali Sirmen, Prof. Emre Kongar dışında), sorunu, bireysel özgürlükler, “ötekileştirme” gibi, son derecede sınırlı boyutlarda irdeledikleri, toplumsal yapı ve rejim sorunlarıyla ilgi kurmaktan özellikle kaçındıkları görülüyor. Siyasal İslamın organik entelektüellerinden Taha Akyol da“Rejim sorunu yok, hepimizde hoşgörü sorunu var” diyerek adeta tartışmanın sınırlarını belirlemeye çalışıyor…

Ama boşuna çaba… Çünkü bu araştırma, siyasal İslamın toplumsal hegemonya kurma mücadelesiyle (“pasif devrim” süreciyle) buna direnenler arasındaki mücadelenin ortasına düştü bir kez.

Çevir kazı yanmasın

Ama önce soğuk rüzgârların altında üşümeye başlayanlara kısaca değinmek istiyorum; çünkü onlar uzun bir süredir, bu “pasif devrim”sürecinin, aktörleri olarak “gösteri toplumunun” sahnelerinde dolaşıyorlardı.

Pazartesi günü Zaman gazetesinin aktardığına göre, Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Direktörü, “Çalışmanın sonuçlarının Türkiye geneline yansıtılamayacağını” söylemiş ve eklemiş “Doğru bildiğimiz her şeyi sıralamak zorunda değiliz” (abç). Adama bakar mısınız, açık toplumdan yana ama bildiğini açıkça söylemekten yana değil! Prof. Toprak’ın Star gazetesine dediklerine göre“Türkiye’nin bütünüyle ilgili bir genelleme olduğunun sanılmaması” gerekiyormuş, ama “hiçbir genelleme yapılamaz değil”miş. Araştırma bir “iklimi” ortaya koymuş, bu iklimin var olduğu genellemesi yapılabilirmiş. Türkiye’de herkes böyledir, baskıya uğruyor diyemezmişiz… Ama bu tip, araştırmalar zaten “herkes böyledir” demek için değil de, bir eğilim, bir “iklim” (“ekolojik egemenlik” derecesi) saptamak hatta bunun şiddeti, biçimleri açısından fikir vermek için yapılmaz mı? Dolayısıyla, bir genelleme yapmaya olanak verecek bulguları öne çıkarmak için… Bir bilim insanı açısından gerçekten üzücü bir durum… Toprak’ın, iki yıl önce, tam tersi bir “iklimi” saptayarak, “tehlikenin farkında mısınız” uyarılarını adeta paranoya durumuna düşüren araştırmasını anımsatarak durumu daha üzücü hale getirmek de mümkün…

Rejim sorunu yokmuş…

Taha Akyol, sorunu “hoşgörü”ye indirgeyerek siyasi boyutunu saklamaya çalışıyor. Çünkü araştırma bir “iklim”, “zeitgeist”saptayarak, bir hegemonyanın en önemli bileşeninin, “genel kabul görme” olgusunun “yerine oturmaya” başladığını gösteriyor.

Dahası, araştırmanın bulguları, belli bir biyopolitiğin (beden yönetme ve kontrol rejiminin) çok yaygın bir biçimde kabul görmeye, norm haline gelmeye başladığını da ortaya koyuyor. Çünkü araştırma insanların, özellikle de kadınların belli bir giyim tarzını, bedenlerini örtme, kimliklerini temsil etme (erkekten farklı bir cins olmakla ilgili simgeleri kullanma) biçimlerini benimsemeye, hem fiziki, hem ideolojik, hem ahlaki baskılarla zorlandığına ilişkin bulguları sergiliyor. İkincisi araştırma, dış görünüşü böyle belirlenmeye başlanan insanların, günlükzamanlarını kullanış biçimlerinin de gözetim altına alınmaya başlandığını, belli bir rutini (zaman denetleme rejimini) benimseyezorlandıklarını gösteriyor. Bu “zaman denetleme rejimi”, bir mekân kullanma rejimini de beraberinde getiriyor. Belli zamanlarda belli yerlerde toplu olarak bulunma zorunluluğu vb… Nihayet bu “biyopolitik” rejim insanların içki içmemek, cinsel pratiklerinde belli kurallara uymak (kadın erkek ayrımı, flört yasağı, eşcinselliği bastırmak) gibi kimi bedensel hazlarını da sınırlamaya büyük önem veriyor.

Araştırma bu rejimlerin son derecede örgütlü (cemaatin yapıları, önderleri, militanları toplantıları, hiyerarşileri, komiteleri vb…) bir biçimde dayatıldığını ve izlendiğini, mahallelerin adeta “her şeyi gören göz” altında bir “öz-disiplin” (otokontrol) rejimine tabi olmaya başladığını düşündürüyor.

Araştırma tüm bunları ortaya koymanın ötesinde, siyasal İslamın tabanında, şoven milliyetçi unsurların da özellikle sokak denetimi ve disiplin edici şiddetin uygulanması alanlarında etkinleşmeye başladığına dikkat çekiyor.

Özetle Toprak’ın araştırmasının bulguları, totaliter bir beden kontrolüne (biyopolitik) dayanan bir baskı rejiminin yerleşmeye başladığını ortaya koyuyor. Liberal, postmodernist entelektüellerin, siyasi olanın bireysel, bireysel olanın da siyasi olduğunu savunan feministlerin, dahası kimi sosyalist grupların ve grupçukların, bu baskı rejimine karşı seslerini yükseltmiyor, tam aksi ona direnmeye çalışanları hedef alıyor olmaları da bu siyasal İslamın yükselen hegemonyasının bir başka göstergesi…

Binnaz Toprak’ın araştırması ülkenin en iyimser deyimle kimi bölgelerinin yerel dini söyleme dayanan bir “faşist rejimin” altına girdiğini gösteriyor. Acı olan şu ki, etnik sorunlar söz konusu olduğunda antifaşistliği kimseye bırakmayanlar, bu sürece tam anlamıyla hayırhah bir tavır takınıyor, “pasif devrimin” unsurlarıyla ortak toplantılar düzenleyerek onlara meşruiyet yüklemeye devam ediyorlar.

 

3 comments:

Engin Kurtay said...

Biopolitik yanlış anımsamıyorsam Foucault'nun kullandığı bir kavramdı. Foucault ideoloji kavramından kaçar, biopolitik'i belli bir üretim-bölüşüm ilişkilerinin epifenomeni olarak analiz etmeye yanaşmaz. Oysa ne arşiv, ne gözlem, ne arkeoloji, ne etimoloji, bunların hiçbiri malzemeyi anlamlandıran ve amaçlandıran (tercihen devrimci bir amaç) bir teori olmadıkça işe yaramazlar. Bu yüzden bence Foucault'nun yazdığı binlerce sayfa, hocası Althusser'in yazdığı bir sayfa kadar bile para etmez. Sayın Yıldızoğlu da burada Foucault'ya adeta bu kendi terimini nasıl doğru kullanması gerektiği dersini veriyor.

Foucault'ya ders vererek devam edersek: islamcı biyopolitika rejimini bir ideoloji olarak düşünmeliyiz. Çünkü ideoloji zihinde kendi başına duramaz. Pratiklerle varolur, kendini üretir ve yaygınlaşır.

Öyleyse bu makalenin ardından şu soruyu sorabiliriz: bu iklimin bu soğuk rüzgarları, hangi cephelerin çarpışmasıyla ivme kazanıyor?

80 Darbesi sonrasında zorunlu din dersleriyle dinin siyasallaşmada ivme kazandığı açıktır. 90'larda sınıf çatışması kavramı bizzat solun büyük kesiminde terkedilmişti. 2000'lerde uluslararası dinci terör gündeme düştü. el-kaide, hizbullah vb.. Eş zamanlı olarak Ilıml İslam antitezi ortaya atıldı ve Türkiye'de bu kez Ak Parti ile siyasal din vites yükseltti.

Bu siyasal kronolojinin üzerine, aynı tarihler üzerine, bu kez kapitalizmin kronolojisini yerleştirelim:

80'lerde neo-liberalizm devreye sokuldu, çünkü "Sermayenin aşırı kazanması, emeğin yarattığı değerden aldığı payda radikal bir düşüşü beraberinde" getirmişti (Özlem Onaran). Kondratiev'in tanımladığı şekliyle, sistemin genişlemesinde ikinci aşamaya, yani para sermayenin reel sektörden kopmak zorunda olduğu aşamaya geçilmişti. 90'larda sermayenin küreselleşmesi, domestik düzeyde sınıf çelişkilerini gündemden düşürdüğü için, emek, sömürü, sınıf çatışması kavramları siyasal literatürden uzaklaştı. 2000'li yıllarda tıkanan saadet zincirini çözmek için daha etkili bir finansal genişleme gerekiyordu ve buna bu kez radikal islam ve bunun karşısına monte edilen ılımlı islam eşlik etti.

Peki bu ideolojik manipülasyon acaba yaklaşan fırtınayı, yani deflasyonist krizi siyasal alanda yönetmeye mi yarayacaktı ?

Küresel deflasyonist krizin (bölüşüm krizi-Özlem Onaran) egemen ideolojisi, her an uç verebilecek devrimci, sınıf temelli bilinci en etkili soğurabilecek ideoloji olduğu için midir ki, Ak Parti'nin, din bezirganlığının, islamcı biyopolitiğin böylesine bir yükselişini izliyoruz son yıllarda?

İşte böyle düşününce Marksist ekonomi politik, türlü komplo teorileri, Kemalist laiklik, hepsi bir araya geliyor.

Solcular ideoloji teorisi yaparsa neden habire çuvalladıklarını ve neden Kemalist Devrime ve laikliğe sahip çıkmaları gerektiğini anlarlar.

Alperen Myung said...
This comment has been removed by the author.
Alperen Myung said...

Foucault'nun "biyopolitik" kavramı bu incelemede kanımca iğreti durmuş. Bazı sosyoloji öğrencilerinin "haydi öğrendiğimiz kuramsal anahtarları cümle içinde kullanalım" çeşitlemelerine benzemiş. (dersler bunun üzerinden döner çoğu zaman) bu terimi hakkıyla kullanan bir örnek olarak deleuze'ün denetim toplumları denemesi verilebilir. (Deleuze'ün biyopolitik terimini anmadığı veya nadiren andığı halde bu payeyi hak etmesi tezat gibi görünebilir, ancak denemeye daha ilk bakışta biyopolitik denen şeyin öncesini ve ötesini görmek mümkündür ) Negri ve Hardt'ın İmparatorluk kitabındaki biyopolitik terimini bir üretim tarzı olarak düşünme denemeleri, Deleuze'ün denetim toplumları makalesindeki tespitlerin yanında çok sönüktür. Deleuze, Foucault'nun çalışmalarından hareketle ve yer yer ona da eklemeler yaparak yeni yeni oluşan denetleme-gözetleme pratiklerini, yeni birey tipini, post-fordist üretim ilişkileri neo liberal yönetim ve siyaset arasındaki ilişkileri başarıyla kurgulamış.

niçin bu terimin o incelemede o haliyle kullanılması bana iğreti geldi? Eğer raporu kaleme alan akademisyenimiz bir üretim örgütlenmesine dikkat çekmeden "salt", "sade ve sadece" itaat ve gözetimin üretilmesine bakıyorsa ilk dönem Foucault yazılarının bir kavramı olan Panoptikon daha elverişli bir anahtar olacaktır. Zira biyopolitik sözünü kullanmak için bu düzenin Panoptikon'da ifadesini bulan itaat ve gözetim ilişkilerinin yanısıra 1) kendine özgü bir hazlar ekonomisi oluşturduğunu öne sürmeniz gerekir (bu hiç yabana atılır bir nokta değildir, daha çocuk yaşlarda aldığımız cinsel pedagojiden cinsel hayatımızın toplumsal, ahlaki estetik yönlerine vurgu yapar. Ödip sendromunun burjuva iktidarıyla ilişkisini ilk bakışta görmekte zorlanabiliriz ama eleştirel bir okuma çok güzel sonuçlar vermiştir) 2) Bedenlerin üretimine dikkat çekmeniz gerekir (bu hijiyen, sağlık, öjeni, üremeye yönelik planlamalar kararlar ve bedene yapılan her tür yaptırım ve ödüllendirmeye atıfta bulunur) 3) Bir üretim tarzına bütünüyle bakmanız gerekir ( Marx'ın Grundrisse'de dediği gibi üretim süreci sonuçta bir toplumun yeniden üretimidir. Malların ve hizmetlerin üretimi, bedenlerin üretimiyle toplumun tüm iktidar ve sömürü ilişkileriyle yeniden üretilmesiyle bağlantılıdır.) 4) Bireysellik tipinin üretimine bakmanız gerekir (Althusser'in bir örneğinde "hey sen oradaki" denince dönüp polisle muhattap olan birey fikri de bir yaratımdır. Althusser'in teriminden konuşursak İdeolojik Aygıtların Foucault'nun teriminden konuşursak dispozitiflerin Deleuze Guattari'nin teriminden konuşursak Toplumsal Makinelerin içinde yaratılır bu birey. Ne menem bir şey olduğu da sınırları az çok belirlenmiştir. Ancak bu kurumların değişimiyle o da değişir. 80 darbesi sonrası hakkını arayan bireyden, otoritenin tehditleri karşısında zavallıya dönüşen yurdumuz bireyleri buna bir örnektir. Ancak her bireysellik tipi de avantajlar ve dezavantajlar taşır)

bu raporda özetten görebildiğim kadarıyla gözetleme önplanda. ancak buna ihlas'ın hisse senetleri sahiplerine vicdani mektuplar yollayışı, hac için sadaka için zekat için kurban bayramı için toplanan yardımların bir havuzda toplanıp faizle işlenmesi ve taraftarlar arasında bölüşülmesi, bim'in çalışanlarıyla "allah versin" tarzı bir ilişki biçimiyle çalışanların sendikal hak arayışlarını devreden çıkartışını, cami yaptırma derneğine yardım yapanların caminin altında ve etrafında dükkan sahibi oluşlarına, belediye iktisadi teşebbüslerinin yandaşlar arasında rant bölüşümünde ve bütçe kaynaklarının akmasında etkili olmasına, islami kesimin cinselliği yaşayışı (türban fetişizmi, islami yayınlarda artan "örtülü" kadın cinselliğine vurgu, üzmez ve benzeri vakalar, islami arzu politikası, youtube'da yüzlerce örneği olan türbanlı striptiz videoları, pornotube'da bir kaç yerli üretimin de bulunduğu amatör türbanlı porno videoları,türbanlı flörtü, islami evlilik siteleri ve ajansları, televizyon programlarının evlendirme programına çıkan dedelerin "kapalı" eş talepleri...), kuran kursu yıkılınca ölen kızlarının ardından şikayetçi olmayan ve hakkını aramayan ebeveynlerin bireylik tipi, islami sermayenin gazete okuru, tüketicisi ve çalışanı için tasarlayıp reklamlarda çizdiği mutlu ve huzurlu stereotip birey portreleri, vatandaşın vatandaş olmaktan ve vergi vermekten ötürü hak kazandığı sosyal ödenekler yerine yandaş olmakla hak kazandığı seçim yardımlarına özendirilmesi ... gibi şeyleri bir bütünlük halinde eklerseniz işte o zaman bu tabloya rahatlıkla biyopolitik dersiniz...

ancak akp'nin kendine has bir biyopolitik oluşturduğunu söylemek sakıncalıdır. AKP çelişkileri de olan batının sermayesine evet demokrasisine, sivil toplumuna ve yurttaşlığına hayır gibi bir sakınımlı ithalatçılığa devam ediyor denebilir ancak (Hatırlayın batının kültürünü mü alalım bilimi mi alalım tartışmalarıyla oyalanırken emperyalizmin çarklarının arasına nasıl düştüğümüzü) Takva filmindeki kendini para havuzunda kaybetmiş karakter gibi oradan oraya savrularak...

Artık bu blogtaki yorumlardaki paslaşmalardan tanıştığım ve duruşunu çoğu yerde beğendiğim Engin Bey'in Foucault konusunda bir rakibi aşırı basitleştirme hatasına düştüğünü görmek beni bir parça üzdü. Foucault'nun hegemonya denen şeye yaklaşımında, burjuvazinin hegemonyası dediği kısımdaki (Cinselliğin Tarihi kitabının ilk cildi Ayrıntı'nın toplu basımının 90 120'inci sayfa arası)bakış açısı bir Marksist için problemlidir. Ben hegemonya fikrine nasıl tanımlanıp kavrandığına göre karşı çıkabilirim veya destekleyebilirim. Hegemonyanın bir olumlu tarafı da vardır, önderlik etmek örnek olmak arada bir cömertlik ve yücegönüllülük göstermek anlamında... Ben şahsen burjuvazi iktidarı için düşündüğümde o olumlu yanların hepsinin de sömürüyü sürdürmeye çıktığını aklıma çiviyle çaktığımdan bu tarz bir hegemonya anlayışına şiddetle karşı çıkarım. Bir de Marksistleri kast edip "ben iktidar ilişkilerini bir avuç sömüren ve sömürülen yığınlar arasındaki hiyerarşi olarak kurgulamıyorum. iktidar ilişkiseldir, bedenlerin üstünden geçer, bize girer çıkar" türünden bir müdahalede bulunduğunu göz önünde tutmalıyız. İktidar üzerine düşünüldüğünde bu Foucault için salt bir sınıf iktidarı değildir.Bununla birlikte "Foucault ideoojiden bihaberdi" demek de kanımca yanlış olur. Biz Althusser kitaplarını yıllar sonra dönüp okurken, Foucault Althusser'in öğrencisi oldu derslerine katıldı. Foucault'nun yazılarındaki diskur ve dispozitif kavramlarına bakarsanız, ideoloji denen gerçeğin Foucault tarafından ihmal edilmediğini görürsünüz. Ancak Foucault bu faktörü Althusser'den daha farklı bir şekilde dahil etmektedir. Althusser'den başarılı olduğu bir kısım vardır ki bazen üzerine düşünme gereği bile duymadığımız gündelik dilin, teknik dillerin (tıp gibi, hukuk gibi) her koşulda iktidar ilişkileriyle kendilik teknolojileriyle yakın ilişkide olduğunu göstermiş ve ideolojinin nerelere nerelere yayıldığını göstermede daha başarılı olmuştur. Althusser'den daha başarısız olduğu yer ise az önce değindiğim hegemonya denen şeyi anlamlandırırken yaptığı şeydir. Foucault'yu büsbütün devrimci amaçtan yoksun göstermek de bir hata olur. Foucault da Althusser gibi aktivist bir kişilikti. Foucault'nun eşcinsel hareketi, göçmen sorunu, mahkum ve tutuklular için eylemleri vardı. Foucault ve Althusser farklı eylemci tipleridir. Akıl verdikleri kitleler farklıdır. İki eylemci türüne de, iki eylemci gündeme de ihtiyaç vardır ancak Foucault'nun "devrim" denen özel perspektifinde yine o hegemonya anlayışından olsa gerek bir sorun vardır. Foucault eşcinsel hareketi üzerine bir röportajında "biz bir öylece olma kültürü yaratmada başarılı olduk.söylemler ortaya koymadan bunu başardık " tarzı bir laf ediyor. Şu durumda ataerkilliği ve zoraki erkeklik pratiklerini yerlebir etmeden o öylece olmanın getirdiği yararlar " güzel elbiseleri giyip kuşanacağım senin yanından geçip sana bakmayacağım" türü bir yetersizliği içinde taşır. Elbette bir alternatifin üretilmesine okey ancak alternatifin hegemonya veya iktidar savaşımıyla baskılanmaktan kurtulması ne olacak derim. Neticesinde Neo-liberal sözde yönetişim Foucault'nun omuz verdiği toplumun dışına atılanlara, "sınıf bile sayılmayanlara" ne verebilir ki?