Medya “sirkinin” bir parçası gibi durmadığından, ayrıca bir siyaset bilimci olduğundan, “köşesini” düzenli olarak izlemeye çalıştığım bir yazarı, son günlerde okurken, “şimdi bunları söylüyor, ama aslında ne diyor” diye düşünmeden edemiyorum.
Düş kırıklığı
Sayın yazarın morali bozuk. Belli ki gerçeklik, Greenspan’ın bir sözünü ödünç alırsak, “dünyayı anlamakta kullandığı modele” uymamış. Olaylar, yazarın öngörülerine, umutlarıma uygun yönde gelişmemekte ısrar ediyor.
Yazarımız, zamanında tüm tepkilere rağmen başörtüsünü, AKP’nin sistem içinde varlığını, net biçimde dindar kesimin hakkını savunmuş. Şimdi, demokrasi diye diye tek parti rejimine doğru koşuyor olmamızdan korkuyor. Bugünkü iktidar demokrasi adına, her icraatında daha da otoriterleşiyormuş. Sivil otoriter, tek parti rejimine doğru gidiyormuş. Daha otoriter bir siyaset yaklaşımından daha demokratik olana gitmek için başladığımız değişimde gelinen noktada böyle büyük bir savruluş yaşanıyormuş. Uzun vadede, gerçekten vesayet siyasetinden kurtulmanın yolu, sadece askeri kendi sınırına çekmek değil, sivil siyasetin kırıp dökmeden yönetebilme kabiliyetine sahip olmasıymış. Yoksa diyor, asker gider, sivil dikta gelir. Statükoyu beğenmediğimiz, daha iyisini istediğimiz için yola çıkmışız. Eğer bunun sonunda ulaşacağımız yer statüko bile değil, daha da gerisi olacaksa kaygı duymamız gerekirmiş. Örneğin, Kürt meselesinde, artık daha kötü bir noktadaymışız.
Devrim olmadan devrim
Yazarımız iki koro arasında solo yapmanın müthiş ağırlığını hissediyormuş; fikir yürütürken akılcı, hakça bir yaklaşım sergilemeye çalışıyormuş. Ama son günlerde, iktidar yanlıları tarafından olmadık suçlamalara maruz kalıyormuş. Türkiye’nin çivisinin çıktığına inanıyormuş, ama bunu söyleyince kendisine statükocu diyorlarmış. Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacakmış. Buna eminmiş. Ama görmek, bakmak istemeyenler karanlığı bile göremezmiş!
Yazarımız, bugün komplo teorilerinden halkın artık kimseye inanmadığından da yakınıyor. Daha önceleri AK Parti’ye inanç daha fazlaymış. Mesela e-muhtırada büyük olay olmuş. Şimdi suikast falan dendi mi insanlar pek de ilgilenmiyorlarmış. Asıl tehlike de buymuş.
Gidişin sonuçlarını da maalesef 2010’da göreceğiz diye düşünüyor. Şimdiki iyi gidiş diye takdim edilen şeyin, zaten hali hazırda bir tür sivil otoriter tek parti rejimine doğru bir gidiş olduğuna inanıyor. Türkiye’de bir devrim olmadan, devrim niteliğinde değişiklikler gerçekleştirilmek istendiğini düşünüyor.
Bu içinde yaşadığımız günleri tarih yazacakmış. Ama çok karanlık dönemler olarak yazacakmış; bundan eminmiş. Ama hâlâ AKP’n ilk döneminin iyi bir rehabilitasyon olduğunu düşünüyormuş…
‘Tehlikenin farkında mısınız?’ diyorduk da…
Bugün yazarımızın gerçekleşiyor olmasından korktuğu her şeyin, olacağını daha bu süreç başlarken (ilk dönemden önce) yazmamış mıydık? AKP’nin tek başına değerlendirilmesinin yanlış sonuçlara yol açacağını vurgulamadık mı? AKP’yi siyasal İslamla birlikte, siyasal İslamın dinamiklerini de hem bu hareketin kendi özellikleri, hem de bölge jeopolitiği içinde düşünmek gerektiğini söylemedik mi? Tehlikenin İran tipi şeriat rejimi değil, totaliter rejim olasılığı olduğunu vurgulamadık mı? İki farklı “hakikat rejiminden”, siyasal İslamın “rejiminin”, totaliter özelliklerinden söz etmedik mi? Siyasal İslamın ideolojik kodları ve “bio-politiği” açısından demokrasiye yabancı olduğunu defalarca vurgulamadık mı?
Bu ülkede yaşananları İran’la karşılaştırmanın yanlış olduğunu, Mısır deneyimine bakmak gerektiğini yazmadık mı? Siyasal İslamın siyasal, ekonomik ve kültürel iktidarı, devrim yoluyla değil bir “pasif devrim” süreci içinde, AKP aracılığıyla, cemaatlere dayanarak ele geçirmekte olduğunu defalarca vurgulayıp uyarmadık mı? “Türban türban değildir”, olsaydı sorun yoktu, oysa “türban topluma bir hegemonya kristalleştirme nesnesi” olarak dayatılıyordu. Siyasal İslamın demokrasi söylemine, bu hareketin amaçladığı hakikat rejimini, bio-politiği, Cumhuriyet” (modernite) düşmanlığının reaksiyoner köklerini, uluslararası ilişkilerini göz önüne almadan, destek verenler ile ilgili olarak “liberal entelijensiyanın yavaş intiharından” söz etmedik mi?
Halkın artık kimseye inanmadığına gelince, Aydınlanma geleneğine saldırının, postmodernizmin “bedenler ve diller” saplantısının “yapının” “simgesel verimliliğini” yıkacağına da işaret ettik. Ondan sonra herkes, her olayda, “Adamın arkasındaki adamın arkasındaki adam kim?” diye sormaya başlayacaktı…
“Biz tehlikenin farkında mısınız?” derken, esas vesayet rejimi, sermayenin vesayet rejimidir diyerek uyarmadık mı?.. “Büyük başkası” (sermaye) dururken etnik, dini “başkası” aramanın olası sonuçlarının bizi buralara getireceğini öngörmedik mi?
Şimdi, yazarımızı okurken o günlere “kederli bir dönüş” duygusu yaşıyorum. “Acaba neden derdimizi anlatamadık?”, “Başka türlü mü söyleseydik?”, “Hata acaba bizde mi?” diye düşünerek… Ama içimden bir ses “abartmayın, moralinizi bozmayın, aslında çok az insan kendisini zeitgeist’in cazibesinden kurtarabilir” diyor.
Wednesday, January 06, 2010
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
1 comment:
* kederli dönüş
Post a Comment