Thursday, August 13, 2009

‘Cumhuriyet’ Öldü Ama Bilmiyorlar

Geçen hafta İran Devlet BaşkanıAhmedinejad’ın trajikomik yemin törenine ilişkin haberleri izlerken bir kez daha emin oldum: “Bu rejim öldü, ama henüz ne iktidarı ne de muhalefeti biliyor...”

Bir ülkenin egemen sınıflarının o andaki siyasi rejiminin istikrarı iki meşruiyet ilişkisine birden dayanır. Rejim uluslararası düzeyde meşruiyetini kaybetse bile, ülke içindeki meşruiyeti güçlü olduğu sürece ayakta kalabilir. Ülke içinde meşruiyetini kaybetmeye başlayan bir rejim, uluslararası düzeyde bir meşruiyete dayanarak harekete geçireceği ekonomik, ideolojik, kültürel hatta şiddet araçlarına dayanarak ayakta kalmaya devam edebilir. Ama her iki alanda da meşruiyetini kaybeden bir rejimin artık öldüğünü düşünebiliriz. Hele bu rejimin yönetici sınıfları kendi aralarında bölünmüş, amaç birliğini kaybetmeye başlamışsa... İran teokratik “Cumhuriyeti”, 12 Haziran seçimlerinin arkasından başlayan protesto gösterileri dalgasından sonra, bugün işte bu noktada.

Meşruiyetin ekonomi politiği

İran teokratik rejimi, Velayet-i Fıkıh ilkesi üzerinde duruyor. Bu ilke; sözde bir taraftan Tanrı’nın iradesine dayanıyor, diğer taraftan halkın iradesini rejimin yönetimine yansıtıyor. Şii ruhban sınıfı hiyerarşisinin en tepesinde bulunan mollalardan oluşan (seçilmemiş) bir konseyin üyelerinin üzerinde anlaştığı bir“Yüce lider” bu iki ilke arasındaki dengeyi koruyor. Bunu da günlük siyasetin sorunlarının, anayasanın izin verdiği siyasi unsurların arasındaki mücadelenin dışında, siyasetler üstü tarafsızlığını, dini ilkelere dayanan yanılmaz bir otorite merkezi olma iddiasını koruyarak gerçekleştiriyor.

Tabii bunların hepsi, esas işlevleri, Şii ruhban sınıfının 1979’da gasp ettiği siyasi iktidarı gizlemeye yarayan birer fantezi. O günden bu yana köprülerin altından çok su aktı. Hem iktidarı ele geçiren ruhban sınıfı zaman içinde farklı çıkarlara sahip fraksiyonlara bölündü, hem de 1979 ihanetinin ve onu izleyen Irak savaşının şokunu atlatan İran halkının duyarlılıkları, demografik, ekonomik, hatta uluslararası düzlemden gelen kültürel etkilerle değişti.. özgürlük talepleri giderek molla rejiminin biyopolitik (beden denetim - ya da yaşam tarzı) rejiminin sınırları dışına taşmaya başladı. Bu ikili eğilimin kesişmesinin ilk sonuçlarını, 1997’de Hatemi’nin devlet başkanı seçilmesine bir“Gorbaçov” etkisi yaratma umuduna yol açan dinamiklerde, 1999 öğrenci olaylarında gördük.

Hatemi döneminden başlamak üzere, bu duruma bir tepki olarak, ekonomik ve siyasi alanlarda giderek güçlenen Devrim Muhafızları’nın da, Şii ruhban sınıfı içinde ayrı, üstelik de silahlı bir fraksiyona dönüşmesine şahit olduk. Şii ruhban sınıfı içinde başlayan yeni bir sınıfın şekillenmesinin de o dönemde belirginleştiğini söyleyebiliriz: Büyük servetler biriktiren bireylerin sayısı giderek arttı, uluslararası sermaye ile dünya ekonomisiyle bütünleşme eğilimleri güçlendi, böylece ekonomik olarak “çarşı”dan, siyasi projeleri açısından da ruhban sınıfının ideolojik kültürel merkezlerinden giderek kopan bir tabaka oluştu.

Tüm bu farklı kesimlerin birbirinden giderek uzaklaşan çıkarlarının, bir aşamada açık bir mücadeleye dönüşmesi, Velayet-i Fıkıh modelini “kısa devre”etmesi kaçınılmazdı. Bu bağlamda, Devrim Muhafızları saflarından gelen Ahmedinejad’ın 2005 yılında devlet başkanı seçilmesini, Şii ruhban sınıfının olası bir muhalefete karşı, halkçı bir zeminde birlik sağlama çabası olarak yorumlayabiliriz.

Ahmedinejad’ın oy tabanını çarşı, yoksul kent ve kır yoksulları, informel sektör sınıfları oluşturuyor; siyasi kurumsal gücüyse, Devrim Muhafızları ve Basic milislerine dayanıyordu. Ahmedinejad’ın devletin (vergi ve petrol kaynaklarını, kontratlarını) öncelikle, Sistan - Belücistan gaz boru hattı, Tahran metrosu gibi projelerle Devrim Muhafızları’nın ekonomik yapılarına ve çoğu kez doğrudan para dağıtımıyla kendi oy tabanına yönlendirmesi, içeride ruhban sınıfının ekonomik, siyasi ve kültürel sorunlarını daha da ağırlaştırdı, iç çelişkilerini derinleştirdi. Uluslararası alanda da ABD ve İsrail’e yönelik radikal dinci, saldırgan bir söylem, nükleer enerji programı; İran’ın zaten zayıf olan meşruiyetini, uluslararası sermayeyle, dünya ekonomisiyle ilişkileri geliştirme, derinleştirme şansını daha da zayıflattı.

Üç olasılık

12 Haziran başkanlık seçimlerine girerken bu eğilimler ruhban sınıfı içinde ilk bakışta iki, ama aslında üç kampın oluşmasına yol açtı. Bir tarafta, ruhban sınıf içindeki dengeleri, Velayet-i Fıkıh’ın zayıflayan meşruiyetini burjuva liberal bir zeminde restore etmeyi amaçlayan Musavi-Rafsanjani-Hatemi kanadı. Bunun karşısında, Ahmedinejad’a sarılarak ayakta kalmaya çalışan, Şii hiyerarşisinin geleneksel (devlet kapitalisti özelliklerini korumayı arzulayan) kesimi ve yine bu kamp içinde olmakla birlikte, Ahmedinejad’ın arkasındaki, Cumhuriyetten vazgeçmeye hazırlanan Devrim Muhafızları, Basic milisleri ve Şii ruhban sınıfının, bu fraksiyona yakın muhafazakâr kesimleri.

Kent orta sınıflarının, üniversite öğrencilerinin, seküler eğilimli entelijansiyanın, kadın hareketinin ve “yeni işçi sınıfının”, tercihini Musavi - Rafsanjani blokundan yana yaptığını gördük. Böylece egemen sınıf içindeki bir çatışmaya, çok dinamik bir toplumsal hareket müdahale etmeye başlamış oluyordu. Uluslararası düzlemde, hegemonik devletler sistemi de esas olarak tercihini Musavi-Rafsanjani blokundan yana yapıyordu.

Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo içinde, aktif bir kitle muhalefeti varlığını ortaya koyar.. “yüce liderin” tarafsızlık, yanılmazlık iddiaları çökerken, ruhban sınıfının içindeki bölünmelerin çeşitlenerek derinleşmeye devam ettiğini gördük.

Bu koşullarda üç olasılıktan söz edilebilir. Birincisi, muhalefetin“biz rejime değil seçim sonuçlarına karşıyız iddialarından” hareketle, ruhban sınıfının yeni bir iç uyum kurabileceğini düşünebiliriz. İkincisi, göstericilere uygulanan şiddeti, toplumsal örgütlenmeleri, ama bilhassa kadın hareketini dış güçlerin ajanı olmakla suçlayan söylemden, muhalefetin en dış çeperinden başlayarak liderliğine doğru giderek daralan tutuklamalardan, ölümlere yol açan işkencelerden, gündeme gelen “göstermelik mahkemelerden”, tek meşruiyetin Tanrı’ya ait, halkın da cahil koyun sürülerinden farksız olduğunu savunanYezidi’nin (Ahmedinejad’ın hocası) görüşlerinin öne çıkmaya başlamasından hareketle, dinci diktatörlüğün, meşruiyet aramayan, salt şiddete dayanan açık bir biçime dönüşebileceğini düşünebiliriz. Üçüncüsü, rejim; iç çelişkilerinin ve dışarıdan gelecek askeri, ekonomik müdahalelerin basıncıyla çözülmeye devam ederek bir taraftan Musavi - Rafsanjani’nin hedefleri doğrultusunda “demokratik” laik, diğer tarafta, çok daha radikal hatta sosyalist olasılıklar taşıyan, ama çok daha karışık bir sürece açılabilir.

Bugünkü “durum”, öncelikle ikinci olasılığın güçlenmekte olduğunu, ama bunun istikrar kazanamayarak, üçüncü olasılığa doğru evrimleşebileceğini düşündürüyor.

4 comments:

A.Ruhi said...

Peki T.C. öldü mü?

A.Ruhi said...

Bu konuda (TC'nin geleceği) bilimsel ve gerçekçi bir yorum yapacak yok mu? Üstad (E.Y.), siz ne düşünüyorsunuz?

Engin Kurtay said...

Toplumların, ülkelerin, halkların geleceği için "bilimsel ve gerçekçi" senaryolar çizmek çok zor. Süreçler belirlenimci (determinist) çalışmıyor; kelebek etkisi diyebileceğimiz, birbirini tetikleyen ve tetikledikçe de öngörülmez sonuçlar doğuran bir çok etki mekanizması var. George Orwell gibi, H.G.Wells gibi yazmak mümkün, ama bunlardan daha bilimsel senaryolar yazmak bence mümkün değil. Bu arada benim favorim, H.G.Wells'in Zaman Makinesi senaryosudur. Bence herşey aynen o öyküde betimlendiği gibi olacak.

Bu arada ileri ülkelerin elitlerinin geliştirdiği beyin okuma, düşünce yönlendirme, genetik vb yöntemlerle geliştirdikleri kitleleri yönetme becerileri sayesinde bu egemenler gerçekten de sizin merak ettiğiniz senaryoları bilimsel ve gerçekçi biçimde yazma olanağına sahip olabileceklerdir.

Konumuz insan toplumuyla ilgili olduğundan, senaryonun öznesi de insan olduğundan, "gerçekçi" senaryoyu yazmak aynı zamanda o senaryoyu da gerçekleştirme yetisine sahip olmak demektir.

Siz, biz, ve hatta Sayın Yıldızoğlu da, bu soruları sorup merak ettiğimize göre, bu yetiye sahip değiliz. Öyleyse büyük olasılıkla ileride bir gün çizilecek olan o çizginin altında kalacağız ve neslimiz (biz ya da çocuklarımız) yeraltına yerleştirilecek ve troglodit olacak.

Yine de çıkış yolları yok değil: size N.A.R.O. adlı örgüte üye olmanızı öneririm. Frankfurt Okulu terimleriyle söylersek, gündelik hayata ve zamane kültürel yapıya "immanent critique" ile yaklaşan bu siyasal hareket, toplumumuzun gerçekten kurtuluşu olabilir.

Aşağıdaki web sayfası onlara ait. Lütfen inceleyin:

http://naro.wakaf.net/

Hala çok geç olmayabilir. NARO bizi troglodit olmaktan kurtarabilir!

A.Ruhi said...

Yinede belli bir dereceye kadar ve belli bir doğruluk payıyla bir şeyler söylenebilir.