Thursday, December 18, 2008

Liberalizmin dayanılmaz hafifliği

Bir grup entelektüelin yayımladığı Ermeni kardeşlerimizden “özür dileme” çağrısı, hem bugüne kadar çatıştıkları hem de destekledikleri çevrelerde büyük tepki yarattı. Tepkilerin hemen hepsi özür dilemenin yanlış olduğunu anlatmak üzerinde odaklanıyordu. Ben başka bir açıdan yaklaşacağım bu “özür dileme” çağrısına

Yayımlanan çağrıyı öncelikle bir metin olarak değerlendirir, her metin gibi bunun da tutarlılık sağlayabilmek için dışarıda bıraktığı, bastırdığı anlamları, bastıran dışarıda bırakan sözcüğü, Derrida’nın aporia kavramıyla betimlediği “noktayı” (sözcük ya da ifade) arayarak işe başlarsak, karşımıza ilk anda algılanandan oldukça farklı, hatta taban tabana zıt bir görüntü çıkabilir. Bu aşağıda aktardığım metninin “aporia” sı, diğer bir değişle metnin bize diğer (gizlediği) anlamlarını da verebilecek hassa noktasında yatan “ büyük felaket” kavramı .

Metin "1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı 'büyük felaket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum " diyor, birilerinden imza istiyor. Ancak, ilk anda insanca bir yaklaşım gibi duran bu jeste biraz dikkatle bakınca arkasında, trajik bir tereddüdün, cesaret yokluğunun yattığı görülebilir. Kimileri daha acımasız davranıp gülünç bir oportünizmden de söz edebilirler…

“Şimdi bu “büyük felaket” kavramına odaklanırsak bu entelektüellerin aslında bu metinde özür dilemeyi başaramadıklarını, bu başarısızlıklarını “büyük felaket” tanımlaması ile gizlediklerini göreceğiz. Bu bağlamda bu metin aslında samimi bir “özür dileme” çabası değil, toplumsal işlevlerini yitirmiş bir grup sağ/sol liberal entelektüelin, kendi varlıklarına yeniden anlam kazandıracak bir konuyu, gündemi, araççı (enstrümentalist) yöntemlerle yaratmayı amaçlayan bir metindir. Tartışmalara bakınca da başarısız oldukları söylenemez!

Konu ne?
Bu entelektüeller Ermeni kardeşlerimizden ne için özür diliyorlar? 1915’de yaşanan bir “olay” için. Peki, bu “olayın” hakikati ne? Ermeni kardeşlerimiz bu “olayın” hakikatinin “soykırım” olduğunu söylüyor, bu hakikate sadakat açıklıyor ve evrenselleşmesini, herkesin bu hakikati benimsemesini istiyor, bunun için çalışıyorlar. Bir başkaları “olayın” hakikatinin “soykırım” değil “tehcir” olduğunu, karşılıklı bir süreci ve kıyımı içerdiğini ileri sürüyor, bu hakikate sadakat açıklıyor ve bunun evrenselleşmesi için çabalıyorlar.

1915’de yaşanan “büyük felaket” içinde yok olanlar (Ermeni, Türk ve hatta Kürt) açısından “olayın” şöyle veya böyle adlandırılması artık bir şey fark ettirmiyor ama, bu adlandırmaların, onlara sadakat belirtenler açısından, bir kimlik oluşturucu, var oluşa anlam veren “olay” sorunu olduğu da yadsınamaz bir gerçek

Ermeni kardeşlerimiz, Türk kardeşlerinden “soy kırımı” kabul etmelerini istiyorlar. Dolayısıyla özür dilemeye konu olacak hakikat, onlar açısından budur. “Büyük felaket” kavramı bu ”hakikati” ifade etmeye yetmez! Çünkü “soykırım” da “tehcirde” birer büyük felakettir, hem kurbanlar hem uygulayıcıları için, hem de genelde insanlık açısından…

Özetle bu metin Ermeni kardeşlerimizden özür dilediğini iddia ederken, gerçek sorunun etrafından dolaşarak, onu bastırarak özür diliyormuş gibi yapıyor. Neden? Ya metnin yaratıcılarının cesareti “soykırım” kavramını dillendirmeye yetmiyor. Ya da “Büyük Felaketin” hakikatinin “soykırım” olduğuna inanmıyorlar. Her iki durumda da karşımızda eksik hatta samimiyetsiz bir tutum var. Bu da söz konu metnin aslında bir özür dilemeyi gerçekleştirmediğini, özür diler gibi yaptığını düşündürüyor. Peki, böyle karmaşık bir “stratejiye” neden gerek duyuldu?

Liberalizmin tükenişi
Arkada bırakmaya başladığımız 25 yıllık dönem içinde liberalizm, sağ ve sol kanatlarıyla, ekonomik, siyasi ve kültürel, hemen her anlamda çökmüştür. Liberal entelijansiya hızla tarih dışın düşüyor ve işlevsizleşiyor. Kendine toplumsal doku içinde yeni bir (pazarlama söyleminden ödünç alırsak) “niş” arıyor var olmaya devam edebilmek için.

Bu entelektüellerin doğuşuna, ya da sosyalizmden liberalizme geçişine ebelik yapan “serbest piyasa eşittir demokrasi”, denklemi büyük bir gürültüyle çöküyor. Yaşanmakta olan mali kriz, bir taraftan serbest piyasa fantezisinin iflasını sergiliyor. Diğer taraftan, eşik altı konut kredilerinden başlayan, heç fonların “ponzi” modellerine kadar uzanan, tam anlamıyla bir dolandırıcılık iklimini yaratmış olduğunu da ortaya koyuyor. Bu arada, liberalizmin küreselleşmeyle birlikte ulus devletlerin anlam ve önemlerini yitirmeye başladığına ilişkin savları da mali krizin içinde eriyip gidiyor.

Post modernist akım içinde öne çıkan, Levinas’ın, idealist ve bireyci ahlak anlayışının, “öteki” kavramına dayanarak oluşan çok kültürlü modellerin toplumları gettolara böldüğünün, ırkçılığı körüklediğinin, aşiret eğilimlerini güçlendirdiğinin, nihayet vatandaşlık kurumunu imha ettiğinin, dokusu son derecede zayıflamış ve zayıflamaya devam eden kırılgan, felaketlere açık toplumlar ürettiğinin ayırtına varılıyor.

Toplumu , birey düzeyinden hareketle anlamlandırmaya çalışan, eylemini kapitalizmin ufkuyla, siyasetini reformlarla sınırlayan, ama bu arada reformlara gerek oluşturan sorunları yaratan gerçek sorunla “büyük ötekiyle” yüzleşmeyi reddeden liberalizmin yaşamına Türkiye özelinde kısaca bakarsak şöyle bir durum la karşılaşıyoruz.

Bunların öncelikle devletin iç güvenlik politikalarıyla, halkın (özellikle emekçilerin) duyarlılıklarını birbirine karıştırarak, düne kadar Kürtleri kendisinden farklı görmeyen bir halka Kürtlerin “öteki” olduğunu öğretmiş olduğunu görüyoruz. Dahası, Kürtler de kendilerinin “öteki” olduğunu, Türklerin bu ötekileştirme olayının faili olduğunu öğrenmiş olduğunu da görüyoruz. Böylece liberalizmin idealist ve bireyci (Levinasian) “öteki” ahlakı, emekçiler arasın bölücülük tohumları atmış, “büyük ötekiye” (emperyalizme bağımlı çevre ülke kapitalizmine ve devletin bunu korumaya çalışan iç güvenlik politikasına) karşı ortak bir demokrasi ve kurtuluş mücadelesi vermelerinin önüne bu gün aşılması son derecede zor bir engel dikmiştir. Ama şimdi, liberal entelektüeller, bu karşılıklı konuşlanmaya başlayan “ötekilerin” arasında kendine yer bulamaz olmuş ve işlevsizleşmiştir.

Demokrasiyi oy vermeye, etnik dini kimliklerle sınırlanan bir bireysel özgürlükler anlayışına indirgeyen liberalizm, ülkede siyasal İslam’ın meşruiyet kazanmasına, hegemonyasını kurma sürecine, “pasif devrim” sürecine alet olmuştur. Dahası, derin tarihsel kökleri karmaşık ve güçlü bir kültürel geleneği olan bir toplumsal hareketi kıymeti kendinden menkul bir “A” takımıyla yönlendirebileceğini sanmıştır. Daha sonra siyasal İslam moleküler asimilasyonla yanına çekere sonuna kadar kullandığı bu liberal entelektüelleri, şarampola dökerek yoluna devam etmeye, toplumu dönüştürdükçe otoriter ve totaliter özelliklerini giderek daha büyük bir güvenle sergilemeye başlayınca, bu liberal entelektüeller “oyuna geldiklerini” düşünmeye başladılar. Diğer bir değişle işlevsizleştiğinin ayırtına vardılar

Bu liberal entelektüellerin bir diğer işlevi de Avrupa Birliği sürecinde ülkeyi AB’nin hegemonik projesine eklemeye çabalamak olmuştu. Bu alanda da AB entelektüellerinin yörüngesine girmekte hemen hiçbir sorun görülmemiş dahası, başarıları ya da hataları onların değer yargılarına göre tanımlama alışkanlığı edinilmiştir. Siyasal İslamı ve kendi kapasitesini anlamakta son derecede yetersiz kalan liberal entelektüeller, AB üyeliği süreci gereği olarak da AKP’ye desteklemiştir. Şimdi gelinen noktada AB’ye üyelik süreci, hem AB hem de siyasal İslam acısından bittiğinden, liberal entelektüeller bu alanda da varoluşlarına ilişkin sorunlarla karşı karşıyadırlar.

Nihayet devleti salt baskı araçlarına indirgeyerek tanımlayan bir devlet fantezisiyle hareket eden liberal entelektüeller, siyasal İslam ve devlet arasında son derecede hatalı bir demokrasi-diktatörlük ikilemi yaratmış, bu arada Taraf gibi bir utanç kaynağının oluşmasına zemin sağlamış, siyasal İslam’ın muhalifleri üzerinde gittikçe artan polis baskısına ortak olmuştur. Şimdi de, bu ikilemin özellikle, o hiç ağızlarına almak istemedikleri emperyalist baskıların etkisi altında hızla ortadan kalktığına şahit olmaktan dolayı şaşkınlıklara düşerek “bize ne olacak” krizleri yaşıyorlar.

Kısacası liberal entelektüeller ülke içinde, kendilerinin de oluşmasına katkıda bulundukları kamplaşmaların keskinleştirdiği ortamda, kendilerini dinleyen kulakların hızla azalmakta olduğunun, işlevsizleştiklerinin ayırtına varmaya başladılar.

İşte bu özür dilermiş gibi yapma gülünçlüğünün ve korkaklığının arkasında bu işlevsizleşmenin getirdiği telaş yatmaktadır. Netice de özür dilemeyi başaramadılar ama, bir gündem yaratarak, büyük bir olasılıkla AB entelijensiyasının bakış alanına da yeniden girerek kendilerine yeni bir devinim alanı yaratmayı başardılar. Ama liberalizmin genel olarak tükenme dinamiğinin, bu güne kadar ektiği düşmanlık tohumlarının keskinleştirdiği çatışma ortamında, bu devinim alanının, çok fazla bir yaşama şansı yok.

4 comments:

mengus said...

Dusunce ve duygularima bu kadar guzel tercuman olan bir yazi okumak beni mutlu etti. Tesekkurler Ergun bey.

Erhan Mengusoglu

Alperen Myung said...

bu zamana kadar bu metni imzalayan entelektüel grubuna ermeni tezine destek verdikleri için, bu yolla vatana ihanet ettikleri için eleştiriler getirdiler. bu eleştiri bu entelektüel grubuna daha farklı bir yerden geliyor ve imzaya açılan metnin samimiyetini sorguladığından kolay kolay savuşturulacak nitelikte bir eleştiri değil. üzerine düşünülmeli

metnin kaleme alınışına yapılan eleştiri akademik referanslar açısından meseleyi döndürüp dolaştırmış gibi görünüyor. bu sadece seçilen dilin, mantık akışının hatasıdır. pekala germinal'i divan edebiyatının kaside formatına uydurarak yazarsanız dili seçmede bir hata yaparsınız. belki hoş bir kolaj denemesi olur ama bununla kalır. bu liberal entelektüellere, liberal entelektüellerin diliyle gelen bir eleştiri olur.

durde grubunda bu yazıyı yorumlayan biri eleştirinin altında stalinizm olduğunu söyledi. ve aynı şekilde döndürüp dolaştırarak. bu eleştirileri cepheden alamadı. sosyal güvenlik reformu tartışılırken, hükümet işçi sınıfının hayatını 50li yaşlara kadar ipotek altına alırken durde grubunun tartıştıkları konu başörtüsüydü! faşizm kalıntılarının süpürülmesi de bir meseledir, geçmişle yüzleşme de; ancak tuzlada işçi ölümleri rekora giderken, hükümet sendikal hakları kuşa çevirmeye hazırlanırken, orta halli işçi dediğimiz kategori tarihe karışacak denli sömürülürken, başörtüsü özgürlük müdür diye tartışmanın ne manası vardır? Alt-kimlik üst-kimlik terimlerini değil, türkiye'nin işçi sınıfının sosyal haklarını korumanın ve gelir adaletini konuşmanın zamanıdır! Ben de baskın oran öğrencisiyim, mülkiyede derslerini aldım ve baskın hocanın sol gündeme çevreci-feminist ve eşcinsel hareketleri dahil etme çabalarını kayda değer bulurum; ancak karnım açken, ülkenin insanlarına insanlıktan çıkartılacak kadar çalışmak veya işsiz ömür boyu borçlu kalmak seçenekleriyle karşı karşıyaysa asıl problem alt-kimlik üst-kimlik değil 24 Ocak kararlarından bu yana gasp edilen sosyal haklarımızı yeniden ele alma mücadelemiz olmalıdır. (bunu dedim diye bana da ekonomik indirgemeci diyorsanız, size artık hiç bir şey diyemem. işsiz ve umutsuz insanlara sömürü kadar gibi bir ortak noktaları varken,farkları konuşmak ne açılardan anlamsızdır açıklama zahmetine girmiyorum.)


Bununla birlikte bu yazının son derece temiz ifadeleri de var. sürekli olayın adını anın, adını anmaya cesaretiniz olsun diye bastıran temiz ifadeler çok önemli. bu pısırık özür metnini kaleme alanlar isterse konu yazarına stalinist desin. yazar benim gördüğüm kadarıyla, daha yürekli ve samimi olun diyor. bu onlara yönelen tüm eleştirilerden çok daha farklı! bu eleştiriyi muhattap alıp ciddi ciddi yüzleşmeleri gerekecek.

son olarak bu imzaya açılan metin toplum olarak samimiyetsizliğimizi gösteriyor. "üzücü olaylar" "talihsizlik" "büyük ihmal" gibi sözler madımak otelinde aydınlar yakıldığında da söylendi. sanki otelin altında alalede bir tüp patlamış da otel öylece içindekilerle yanmış gibi. olay böyle "üzücü olay" kategorisinde ele alındığı için bu katliamdan ötürü yargılananları serbest bırakmakta bir sakınca görmeyiz. bizde devletin kendi vatandaşına karşı bile sorumsuzluklarından, meşru katliamlarından ötürü özür dilemediği bir gerçek iken, böyle bir "devlet özürü" kavramı kültürüzde yokken (devlet kutsaldır, özür dilemez), adalet bile göstermelik tek seferlik ve ibret-i alemlik dağıtılırken, o bu ayıbımızı temizlemek için liberal yüce gönüllü aydınları ortaya sürmemiz toplum olarak bizim hepimizin ayıbımızdır. bunca zaman beklememiz de bir samimiyetsizlik göstergesi değil mi? bu tarz bir özrün ardından ermenistanın; türk müteahhitlerini, türk mallarını, türk bankalarını çekinmeden içeri alacağını bilseydik; ermenistanda da kktc gibi at koşturacağımıza inansaydık; bir saniye bile durmaz özür işini bugüne bırakmazdık. yasalar çıkartıp ermeni soykırımını inkar edeni idam ederdik. maalesef hakikat şudur: bizim kamuoyu vicdanımız paradan ibarettir, devletimiz de ne kadar kutsal olursa olsun makul bir fiyat karşılığı satın alınabilir ve her tür kirli iş sipariş usulü yaptırılabilir!

Engin Kurtay said...

Alperen arkadaşım çok isabetli bir gözlem yapıyor ve bu Sayın Yıldızoğlu'nun eleştirini dışlamayan, tersine tamamlayan bir gözlem.

Bu "aydınları" bizzat tanırım. Bazıları derslerini aldığım hocalarımdı Üniversitede. Bazıları da birlikte okuduğum, sonradan akademik yolda ilerleyip Soros bebesi olan arkadaşlarımdır. Yurtdışına gider kongrelere katılırlar, İspanya'da İngiltere'de, nasıl beyin yıkanacağını öğrenirler.

Beni de bir hocam böyle bir yaz okuluna göndermişti yıllar önce. Fransa'da Rennes'de Balkan ülkelerinden öğrencileri toplamışlar, egzersizler yaptırıyorlardı:

"haydi bakalım herkes şimdi yazsın, ülkenizdeki azınlıkların listesini yazın, sonra onları devletinizin nasıl ötekileştirdiğini anlatacaksınız, tartışacağız"

gibi egzersizler yapılıyordu! Akşamları şaraplı ziyafetler, partiler, eğlenceler, kaynaşma.... iyi eğlenmiştik.

Alperen arkadaşım, "kimlik siyasetinin" neden ve nasıl olup da "sınıf siyasetinin" yerini aldığını sorguluyor, buna şaşırıyor. Ancak bunda şaşılacak bir şey yok. Çemberi kapatalım: bu bilinçli, planlı, programlı bir ikamedir. Çokkültürcülük (multiculturalism), kimlik siyaseti (identity politics), etnisite ve din üzerinden demokratik kısve altında siyaset yapmak, sınıflar arası (dikey) çelişkileri yatay farklılık olarak sunarak SOĞURMAK amacını taşır.

O entellerin ciğerini bilirim. Anlatır dururlar, ama emperyalizm, ideoloji teorisi, sınıf, emek, işçi dediğinizde bıyık altından güler kaçarlar.

Ne yazık ki Türkiye'de bir nesil bunların elinde büyüdü. O yüzden Ergin Bey Cumhuriyet mitinglerini heyecanla yorumlarken ben o konuda da çok umutsuzdum. Eline bayrak alıp "partiye" giden o milyonlar neredeydiler 1 Mayıs'ta?

Frankfurt Okulu, Zizek, Althusser gibi gerçek sosyal bilimciler, çoğulculuğun (pluralism) deflasyonist kriz dönemlerinde nasıl olup da bir anda dışlayıcılığa (exclusivism) ve faşizme dönüverdiğini formüle etmişlerdir. Ergin Bey de son yazılarında Batı'da bu eğilimin başladığını saptıyordu. Önümüzdeki dönemde korkarım sosyal bilimin fizikten, kimyadan çok farklı olmadığını göreceğiz: deney tezgahı (ekonomik sistem, sınıfsal yapı) ve girdiler (siyasal sistem, ideolojik aygıtlar) aynı oldukça sonuçların da aynı felaket olacağını göreceğiz.

poseidon19821982 said...

Merhabalar Hocam,

Analizlerinizi çok faydalandığımı söylemek istiyorum öncelikle.Geniş ufuk açıcı yazınızı büyük bir dikkatle okudum;ancak kafam şuna takılmadı değil: İmza atanların hepsini aynı kategoriye koymak mümkün müdür?Kendini yeniden var etme çabasına giren liberaller olduğu gibi ben imza atanların içinde, yazılarından okuduğum kadarıyla emekçilerle,sermaye-emek çelişkileriyle kısacası solla ilgili söylemiş ve söyleyecek birçok sözü olan yazarı da biliyorum.Bu kişileri hangi analizin içinde değerlendirebiliriz sizce? Bu kişilerin, vicdani olarak gerçekten bir rahatsızlığı olabildiğine inanabilir miyiz?