Wednesday, March 18, 2009

Darwin Tartışması ve Liberal Entelijansiyanın Dayanılmaz Sığlığı

TÜBİTAK’ın Darwin’i sansür etmesiyle başlayan tartışmalar, yaşamı, “uçları reddederek”, karşıtların ortalamasını alarak idare etmeye çalışan liberal entelijansiyanın sığlığını bir kez daha gözler önüne serdi…

‘Bir’ mi, ‘Çokluk’ mu?

Belki ayırdında değiller ama, bu tartışmanın temelinde, varlığın bilgisine ilişkin, ortalaması alınamayacak, birbirini dışlayan iki ontolojik varsayım yatıyor. Birinci varsayım: Varlık “bir”dir, “her şey” ondan türemiştir. İkinci varsayım: Varlık “çokluk”tur, her şey “çokluğun” (hatta çoklukların)sonsuz olasılıkta örgütlenme biçimleridir. “Bir”, bir “sayma” işlemininsonucudur.

Birinci varsayım, Tanrı düşüncesine, dini “hakikat rejimine”, siyasi olarak da uyulması gereken mutlak bir otoritenin varlığını kabul etmeye, totaliter rejimlere açılır. İkincisi, Aydınlanma’nın “hakikat rejimine”, bilimsel yönteme, siyasi olarak da “çokluğun” ve “çoklukların” birlikteliğine, bireysel özgürlük düşüncesine, eşitlik ve demokrasi ilkelerine açılır. “Peki, ama kim sayıyor?”diye sorarak, hem “çoklukların çokluğunu” kabul edip hem de Tanrı düşüncesine geri dönülemez. Çünkü o zaman, Tanrı ile saydığı “çokluk” karşı karşıya konulduğundan yine çokluğa dönülmüş olur.

‘İnananlar’ için kurulmuş bir tuzak…

Aslında, ortalama alma çabası, öncelikle dini “hakikat rejiminin” dibini oyar. Çünkü onu, Aydınlanma’nın, bilimin koşullarını kabul etmeye, Tanrı’nın varlığını ampirik düzeyde (fenomenler alanında) kanıtlama çabalarına iter… Bu ortalama alma çabası, Aydınlanma’nın “hakikat rejimine” bir tehdit oluşturmaz. Bilimsel düşünce zaten bu tip tartışmalara, eleştirilere, sürekli değişmeye, kimi teorileri geride bırakıp yenilerini benimsemeye açıktır. Bilimsel düşünce zaten, birbiriyle etkileşim, diyalog halindeki “bilimsel projelerin” evrimleşmesiyle (İmre Lakatoş), paradigmalar kurarak ve yıkarak (Kuhn) yoluna devam eder.

Bu iki “hakikat rejimi” arasındaki sorun önce zıt ontolojik varsayımlardan, sonra, bilimin her şeyi sorgulama gereksiniminden kaynaklanıyor. Bilimsel düşüncede kutsal yoktur. En önemli ahlaki ilkesiyse, “haddini bilmemek”, her şeyi, her inancı, her zaman, kendine bir kısıtlama getirmeden sorgulamaya devam etmektir (buna “insana zarar vermemek” gibi ilkeleri de ekleyebiliriz). Buna karşılık, “dini hakikat rejimi”, son derecede haklı olarak kendini sorgulatmaz. Zamanla çevresine uymak üzere evrimleşebilir, ama sorgulanmayı özellikle “dışarıdan”, bilimsel yöntemlerle sorgulanmayı kabul etmez.

Dini “hakikat rejimini” benimseyenler, bu rejimi kabul etmeyenlerle bir arada yaşama konusunda büyük zorluk çeker, sürekli saldırı altında olduklarını, hakarete uğradıklarını düşünürler; her fırsatta diğer “hakikat rejimlerinden”kurtulmaya, onları silmeye çalışırlar…

İnsanlık tarihi, uzun ve kanlı bir sürecin sonunda “dini hakikat” rejimini benimseyenlerin (çeşitli dinlerin) birbirleriyle ve benimsemeyenlerle birlikte yaşamalarına olanak sağlayabilecek bir çözüm olarak “Laiklik” (dinleri devletin -şiddet araçlarını kullanma meşruiyetine sahip aygıtın- dışında tutma) ilkesini bulmuştur.

Diğer taraftan, sorun salt mutlak bir “yaratana inanç” sorunu değil. Karşımızda bu yaratanın mesajlarını içeren kutsal kitaplar var. Dini “hakikat rejimi” bu kitaplara dayanıyor. Bu yüzden örneğin şöyle diyemezsiniz: “Gelin siz de benim gibi kuramlayın: Fizik, kimya, biyolojinin yasaları Cenab-ı Allah’ın yasaları, matematik ‘İlahi Güç’ün aklı olsun! Allah’ın çocukları da aklı kullanarak Allah’ın gerçeklerini arayadursunlar! O zaman teori ile inanç birbirlerini kucaklamazlar mı?” “Allahın çocukları” gibi, inananlar açısından, insanla Tanrı arasında “organik bir bağ”, türdeşlik ima ederek, bir ucu“küfüre” kadar uzanan saçmalıklar bir yana, eğer derseniz, kutsal kitaplardaki mesajları, bilimin astronomi, jeoloji, paleontoloji, arkeoloji, hatta antropoloji gibi alanlarından, o çok güvendiğiniz matematiğin “küme teorisinden” gelen dinamitlerle patlatmaya başlarsınız.

Darwin tartışması aslında “dini hakikat rejiminin”, okullarda bir inanç sistemi olarak okutulmasını aşan bir talepten, “dini hakikat rejimine” uymayan bir bilginin çocuklara verilmesinden duyulan rahatsızlıktan, bilimsel yöntemi tasfiye etme, onun yerine geçme arzusundan kaynaklanıyor. Bugün evrim teorisi, yarın kutsal kitaplarla çelişen her şey: Paleontoloji, jeoloji, astronomi, küme teorisi vb…

 

1 comment:

ozan said...

"Dünyanın Yuvarlak Olduğuna İnanmıyorum" ya da "Evrime İnanmıyorum"

Sözcüklerin ve kavramların değişimi insanlığın, çevrenin ve aslına bakılırsa ölüm dışında her şeyin değiştiği düşünülürse kaçınılmaz. Tarihin belli dönemlerinde oluşan sert kırıklar, örneğin 2. Dünya Savaşı ya da Sovyet (!) sisteminin çöküşü, kavramları da sosyal sistemlerle birlikte yerlerinden oynatıyor; ve bu hiçbir biçimde itiraz edilecek bir durumda değil. Fakat, oluşan kaymalar yeni raptiye noktaları ile, Lacan’dan gelen deyimiyle “kapitone noktası” oluşturularak dengelenmelidir. Çünkü, - yine Lacan’a göndermeyle – “anlam”a, ancak böyle ulaşılabilir.

Ancak, ne yazık ki günümüz dünyasında, son sarsıntılardan sonra, ve postmodern masallarla birlikte, kavramların içleri, egemen sistemin elinde anlamlandırmak/anlaşmak için değil, dayatmak/yönetmek için eski zeminleri unutturulup boşaltılmaya başlandı.

İnanmak, inanç gibi kavramlarda işte tam bu noktada en çok üzerinde oynanan, kullanılanlardan.

Peki nereden gelip yerleşti bu konu benim kafama? Arada sırada kulak misafiri olduğum, geçenlerde de karşımdaki bir kişiden duyduğum şu cümleden: “Ben evrime inanmıyorum!?” Pekala kişi kelimelerini özenle seçmiyor deyip geçilebilecek bir durum değil bence… Aslında bu karşınızdaki insanın anlam dünyasını, düşünce yapısını ele veren bir ifade biçimi, bir tür turnusol kağıdı. Şöyle ki evrim ile en çok problemi olan kesim onun karşısına dini ve yaratıcı olgusunu koyan kesim. Ve bu kesimin anlam dünyaları “inanmak” üzerine kurulu, yani dogmatik, yani bilimsel değil. O nedenle kendi jargonu ile düşünmeye devam edip, bilimsel bir olgu ve “inanç” olgusunu hiç irkilmeden yan yana getirebiliyor.

Peki bunun yazının başında geçen insanlık tarihinde ki büyük değişimlerle ne ilgisi var? Ne de olsa inanan insan yıllardır aynı inanan insan değil mi? Hiç sanmıyorum! İnsanlık tarihinde bilim ve din arasında süregelen çekişme dinin geriye çekilip kendini maneviyata doğru yerleştirmesiyle yumuşamıştı; fakat dinin sürekli olarak sistemin ekonomik, politik dayatmalarında araç olarak kullanılmasından ve son yıllarda dinin bu arka fonun itişiyle tekrardan ön plana çıkmasıyla, bu sefer maddi ve manevi gücünü evrime (ve aslında bilime) saldırmaya yönelttiğini görüyorum. En basitinden ABD’den ve başkanının ağzından yayılan “akıllı tasarım” ya da sözde bilimcilerden işittiğimiz “tanrı geni” vb. safsataları hatırlamak ve bu kesimin maddi gücünü gözden geçirmek yeterli.

Tüm bunların yanında, din hiçbir zaman sadece din olmadı! Asıl olarak sosyolojik bir kavram olsada, siyaset, savaş, felsefe, psikoloji gibi bir çok disiplinle iç içe oldu. Fakat bilimle yan yana olma isteği, bilimi kendine göre şekillendirmeye çalışması çok uzak bir geçmişe dayanmazdı. Önceleri daha çok ret ve çatışma durumundaydı. Şimdiyse örneğin, Stephan Hawking’e Papa’nın, “pekala Big Bang (Büyük Patlama) ve sonrasına biz kilise olarak karışmıyoruz, fakat onun öncesini kutsal kitaplara bırakın” benzeri serzenişi ya da evrimi tanrının tekeline almak için oluşturulan “akıllı tasarım” kuramı hatırlanabilir.

Genelden özele gelirsek, “evrime inanmamak” gibi bir düşünce ciddiye alınamaz: Bir yaratıcının varlığına inanılır ya da inanılmaz, ve maneviyata saygıdan dolayı da konu burada kapatılır!? Burada durumu örneklendirme ile açıklamak daha net olacaktır. Pekala, “evrime inanmıyorum” denilebiliyor, ama, düşünsenize karşınızdaki kişi, “protein sentezine” inanmıyorum” ya da “hücre bölünmesine inanmıyorum” derse ne kadar zavallı duruma düşecektir! Diğer taraftan bilimin geldiği ve gitmekte olduğu yolda, “evrime inanmamakla,” “hücre bölünmesine,” veya “dünyanın yuvarlak olduğuna inanmamak” aynı mantık seviyesinde konumlanıyor.

Sonuç olarak insan, kendi yaşam süresi tarih içinde çok kısa bir dönem olduğundan, şu anın gelgitlerini kalıcıymış gibi görme eğilimindedir, fakat aydınlanma sonunda karanlığın karşısında galip gelecektir. Bugün her kim “dünya yuvarlak değildir” dediğinde kendisine şüphe ile bakılıyorsa, evrim konusunda da durum aynı noktaya ulaşacaktır, buna eminim! Ne de olsa “dünyanın güneş etrafında döndüğünü” söyleyen Kopernik’in zamanından bu yana neredeyse 500 yıl, Türlerin Kökeni’nin yayımlanışının üzerinden ise, daha sadece 150 yıl geçti.

not: bir zamanlar 'blog'da yayınladığım, konu açılınca hatırladığım yazıdır.