Mali krizle birlikte güçlenen kimi eğilimlerin toplumsal açından “kusursuz fırtına” kavramını düşündürecek biçimde su yüzüne çıkmaya başladıkları görülüyor. Örmeğin Pazartesi yazımda değindiğim gibi emperyalist eğilimler ve hegemonya rekabeti sertleşiyor. Büyük işçi eylemleri tüm Avrupa’yı sarsıyor. Üçüncü olarak Avrupa siyasi coğrafyasında bir yabancı (özellikle Müslüman) düşmanlığı artık iyi belirginleşiyor.
Bu mali krizle birlikte güçlenen bu eğilimlerin arasında, henüz birbirini besleyen bir döngü oluşmadı, ama böyle bir döngünün oluşarak adeta bir “kusursuz fırtına”ya yol açma olasılığı artıyor.
Kapitalizmin üçlü süreci…
Gerçekten de çok sert ekonomik, kültürel ve siyasi, çalkantılara gebe bir döneme giriyoruz. Kriz 1980’lerden bu yana geçerli, bir ölçüde sorunları ötelemeyi başaran, kriz yönetim modeli, neo-liberal küreselleşmenin (finansallaşma) tüm enerjisinin tükendiğini gösteriyor. Artık sermayenin önünde, üçlü bir süreç var:
Birincisi, karların restorasyonu açısından, üretkenliğin artırılmasından, emek maliyetlerini düşürülmesinden başka seçenek kalmadı. Emek disiplininin arttırılması, ücretlerin düşürülmesi gerekiyor.
İkincisi, ulus devletin, temsil ettiği sermaye gruplarının (ekonominin) hammadde ve enerji tedarikinin güven altına alması, talep yetersizliği, sermaye fazlası sorunlarını hafifletmek için yeni piyasaların bulunması (“açılması”) gerekiyor. Hammadde ve enerji kaynaklarının denetiminden elde edilen rantların, bu denetimin getireceği siyasi jeopolitik avantajların önemli adeta geometrik bir hızla artıyor. Kant’çı küresel yönetişim fantezileri, yerini Hobbes’çi “itin iti yediği” bir dünyaya bırakmaya başlıyor.
Üçüncüsü, hem emekçi sınıfların mücadele kapasitesini sabote edecek, borç balonu sönerken krizin yükünün halkın sırtına yıkılmasına itiraz edebilecek sesleri, özellikle komünistleri susturacak, hem de enerji ve Pazar rekabetinde, gündeme gelecek çatışmalarda kullanılacak bireyleri üretecek bir ideolojik-kültürel ortamın oluşması gerekiyor.
Ya da “Geleceğe dönüş”
Avrupa Birliği ülkelerinde, hükümetlerin bitici süreç bağlamında gündeme getidiği “kemer sıkma” önlemlerini protesto etmek için geçen hafta, tüm Avrupa çapında 13 başkente, gerçekleşen görkemli protesto eylemler işçi sınıfının sessiz kalmayacağı gösteriyor. İspanya’daki genel greve10 milyon işçi katıldı, Fransa’da yaklaşık 18 kentte toplam bir milyon kişinin katıldığı eylemler gerçekleşti. Almanya’dan, Polonya’dan gelen tersane işçilerin de katılımıyla Brüksel’de yaklaşık100,000 kişilik bir eylem yapıldı. Yunanistan’da doktorlar, Slovenya’da kamu işçileri greve cıktı. Pazartesi günü de Londra’da metro istasyonları görevlilerinin grevi vardı.
Ancak bu krizde de yoksulluk derinleşir, sınıf mücadelesi sertleşirken aşağı orta sınıfların (küçük burjuvazi) korkuları, kendilerine günah keçisi arama refleksleri güçleniyor. Irkçı, yabancı düşmanı sağ popülist partiler, gruplar, entelektüeller, sosyal demokratların kimi, işsizlikle, emeklilerle ilgili politikalarını de benimseyerek (Spiegel online, 28/09), Hollanda’da, Danimarka’da, İsveç’te, İtalya’da, Fransa’da, Polonya’da bu reflekslere cevap veriyor, hızla büyümeye, ülkelerin siyasi iklimini etkilemeye başlıyorlar. Bu süreçte merkez sağ partiler de konumlarını koruyabilmek için daha da sağa kaymaya başlıyorlar. Fransa’da Sarkozy göçmen işçi düşmanlığını, Roman’ların sınır dışı edilmesine kadar vardırıyor; İsviçre’de minareler, Belçika’da Çarşaf yasaklanıyor. Almanya da saygın bir banka müdürü Thilo Sarazzin, Türklerin ekonomi üzerinde yük oluşturduğunu ileri sürüyor.
Bir önceki büyük kriz de Yahudileri üzerinde odaklanan günah keçisi arama çabaları, şimdi göçmen işçileri, özellikle Müslümanları hedef alıyor. Bu sırada, sosyal demokrat partilerin, her hangi bir reform önerisi üretemez hale geldiği, sağa giden trene atlayarak, çöplükten enerji elde etmeye çalıştıkları görülüyor.
Mali sermayenin sağda Wolf, solda Krugman gibi etkili entelektüellerinin, Pazartesi yazımda aktardığım, emperyalist politikalara açılan önerileri, bu resmi tamamlıyor. Merkez ülkelerin basınının da uluslararası alanda kendine günah keçisi olarak Çin’i seçerek, bu zeminde bir hegemonya söylemi oluşturmaya çabaladığı görülüyor.
Özetle, sınıf mücadeleleri keskinleşirken, çalışanları yerli ve göçmen olarak bölen, küçük burjuvazinin korkularından enerji alan faşit ideoloji, siyasi akımlar güçleniyor. Afganistan, Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan kaynak savaşlarının formatına kolaylıkla uyabilecek bir kültürel iklim ile emperyalist savaşlara yatkın, bireylerin üretimi, kültür endüstrisinin de yardımıyla hızlanıyor. Böylece geçmişteki bir karanlığı anımsatan bir geleceğe açılma potansiyelleri çok yüksek bir “kusursuz fırtına” ortamı oluşuyor.
No comments:
Post a Comment