Tuesday, October 16, 2007

Bu Kez de Prof. Kemal Karpat...

(Cumhuriyet 10.10.2007)

"Korkmayın bir şey olmaz" deme sırası bu kez Prof. Kemal Karpat 'ta. Neşe Düzel, Karpat'a sormuş: "Peki bu şeriat, din ve laiklik tartışmalarının kökeni nereden geliyor? Nasıl bir devlet yapısına sahip olduk Osmanlı'dan bu yana biz? Şeriatla yönetilen Osmanlı nasıl bir devletti? ... Cumhuriyetin hiç bitmeyen laiklik sorunu nasıl ve neden başladı? Halifeliği kaldırmadan laik bir Cumhuriyet kurulabilir miydi? Madem laiklik tartışmasından vazgeçmiyoruz, o zaman bu konuyu bari derinliğine ele alıp köklerine kadar inelim." (Radikal 08/10/07)

Bir ülkeyi kendi döneminin tarihsel bağlamı içinde, sosyoekonomik-kültürel çelişkilerinden hareketle incelemek yerine, "şunun köklerine bir bakalım" gibisinden "tembel" , bazen teleolojik, çoğu kez kasıtlı yaklaşımlara, yüzeysel gazetecilik örneklerinde sık rastlanır. Tarihçiler olaylara çok daha dikkatle, "tarihselcilik" eleştirisine hedef olmamaya özen göstererek yaklaşırlar. Prof. Karpat onlardan biri değil

Yönteme ilişkin...
Tabii ki bir "yapının" (örneğin ülke) "hafızası" vardır (hysteresis). "Bugün" yaşanmakta olan olayları anlama çabası tarihsel süreçleri de hesaba katmalıdır. Ama, "yapının" hangi (unsurlarının) tarihsel süreçlerini? Sonra, bu "yapının" unsurları arasındaki ilişkilerin yeğinliği ve gerginliği "bugün" nasıl? Bu "yapı" başka "yapılarla" etkileşim içinde mi? Daha önemlisi, bu "yapıyı" da içeren, daha büyük bir "yapı" var mı? Tüm bunların yanı sıra çok kritik bir soru daha var? Bu sorulara cevap arayan kim? "Kim konuşuyor?". Toplumsal gerçekliğe, dışından, tarafsız, bir noktadan bakılamayacağına göre, bakanın "sadakati" neye?

Neşe Düzel söyleşisine, "Dünya nano teknolojiyi, gen bilimini, iletişim devrimlerini konuşuyor. Biz ise türban ve laiklik konularına takıldık kaldık. Sanki kendimizi dünyadan koparıyoruz. Tartıştığımız konular bizi gelişen dünyadan giderek ayırıyor.." yargısıyla başlıyor.

Düzel'e göre bu tartışma aslında "anakroniktik" , dünyanın (teknolojiye indirgenmiş- EY ) andaki "zamanıyla" ilgisi yok. Adeta 1989, 11 Eylül, Irak olmadı, Uzakdoğu'dan, Fas'a siyasal İslam'ın kitlesel hareketi toplumsal yapılandırmaları, siyasi kazanımları yok. BOP bağlamında ABD'nin siyasal İslama yüklediği işlev konu değil! Türkiye'de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kalmış bir hesap görülüyor bugün. Sanki, o gün dünya (ekonomik sistem, hegemonya vb.) öyle, bugün böyle, değil. Ülkede sınıflar matrisi değişmeden kalmış, yeni iletişim teknolojilerinin ve Anglosakson kültürünün egemenliği altında bir "gösteri toplumu" da yok! Tüm bunlar olduğuna göre, Düzel'in "sadakati" nin de, liberal entelijansiyanın, bunları bir kenara iterek, inşa ettiği, "baskıcı, ulusalcı laikler/liberal, demokrat ılımlı İslam ikileminde olduğunu düşünürsek, çok mu haksızlık etmiş oluruz?

Peki ya Karpat?
Karpat'ın "Halifeliğin kaldırılması", "türban yasağı", "inanç" üzerine söyledikleri önemli. Ancak, Karpat da, Düzel'den daha farklı yaklaşmıyor soruna. Adeta, sorun "genetik" , daha çocuk (Cumhuriyet) doğarken, hatta daha önce oluşmuş. Babası da galiba Von der Goltz adlı bir Alman. Peki neden zamanın entelijansiyası bu adamı dinlemiş? Adam gelmiş "millet-asker" demiş... İş bitmiş. Peki, bu adam neden Türkiye'de? Kapitalizm, ulusçuluk, emperyalist paylaşım savaşları, hatta "Aydınlanma geleneği" , imparatorluk dağılırken çeşitli sınıfların (Askeriye dahil) ekonomipolitiği filan... Neden "Halifelik Abdülhamit devrinde ön plana geçmiş" ?

Karpat, "Halifelik kalkmadan da laiklik olabilirdi" diyor. "İyi mi oldu, kötü mü" sorusuna cevap vermiyor. Ama, mesajı şu: Kalktığı için biz, hâlâ bu konuyu tartışıyoruz... Peki ya, halifeliğin Osmanlı sınıflar matrisi içindeki yeri, dönemin bölge jeopolitik içindeki önemi, İngiltere gibi egemen güçlerin bu konudaki etkileri? Devam edelim... Türban tartışması Karpat'a göre halka ait değil, "en yukarıdaki elitler arası bir mesele"... Karpat haklı. Türban siyasal İslamın iktidar mücadelesine, bu mücadelenin de öncülerine ait bir sorun. Karpat da türbanın kaldırılmasında bir sakınca görmediğinden.. yeri de bu siyasal İslamın yanında, en azından bir "yol arkadaşı" olarak...

Bir taraftan, "Osmanlı şeriat devleti değildi" derken, diğer taraftan "Şeyhülislamlık, padişahın kararlarını onaylayan, devletin icraatlarını Müslüman halkın gözünde din adına meşrulaştıran basit bir makama dönüştü" ifadeleriyle, meşruluğun kaynağının "dini hakikatler" (rejimin de şeriat) olduğunu kabul etmesi gibi tutarsızlıkları, " Atatürk 'ü ikna ettiler" basitliğini, bir kenara bırakarak, nihayet sadakat sorununa gelirsek...

Karpat'ın, siyasal İslamın İran, Malezya, Mısır, Lübnan gibi ülkelerdeki salt dini değil, ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişme dinamiklerini, uluslararası desteklerini yok sayarak "korkuları yersiz" bulması, çok belirgin bir "Sufilik hayranlığı", "inancın" kaçınılmazlığına yaptığı özel vurgu, bence, sadakatinin "dini hakikat rejimine" olduğunu düşündürüyor... Halkın değişmez bir "ruhu" olduğunu varsayan yaklaşımı da bu "sadakatle" uyumlu... Tam bu noktada aklıma Heidegger 'in, "Alman halkının tarihsel özünden" yola çıkarak Nazi rejiminin yemek masasına oturuşu geliyor, ama neyse...

Sunday, October 07, 2007

Güvenilen Dağlara Kar Yağıyor...

(Cumhuriyet 03.10.2007)

Seçimlerden önce, kendilerini gerçekten ülkenin "kanaat önderleri" ("Biz bu sürüyü güderiz abi!"), yanında yürüdükleri "kâğnının gölgesini" kendi gölgeleri sananlar şimdi bir düş kırıklığı yaşıyorlar: Havada adeta bir panik var; mahalle, otobüs, bazen uçak baskısı, bazen internet cafede oruç dayağı, "Malezya olur muyuz" diye sormalar, kalkıp Malezya'ya gitmeler... Sonra, AB üyelik sürecine ilgimizi mi kaybettik? Büyük sermaye de endişeli...

Durun bakalım, daha yeni başladı...

Seçimlerden sonra, galiba yalnızca bizler şaşırmadık. "Tehlikenin farkında mısınız? " demiş, "liberal entelijansiyanın yavaş intiharından" söz etmiş, "mahalle baskısını" da içeren "pasif karşıdevrim sürecinin" özelliklerini anlatmaya çalışmıştık. Nihayet AKP'nin seçimlerde momentumunun kırılmaması halinde, yükselen muhalefetin yarattığı korku ve kızgınlıkla, seçimlerden sonra çok daha hızlı, kararlı davranacağını savunmuştuk. Şimdi, şaşkın değiliz.

Ama endişeliyiz. Çünkü AKP'nin "seçim" zaferinden sonra başlayan "yeni" sürecin daha başındayız. Önümüzdeki dönemde, bu süreç, ilerlemeye, derinleşmeye, düş kırıklığına uğrattıklarının listesine yenilerini eklemeye devam edecek.

Siyasal İslam, "pasif karşıdevrim" (restorasyon) sürecinin en önemli özelliklerinden biri, tüm "mevzi savaşlarında" olduğu gibi, ne kadar ufak olursa olsun sürekli kazanımlar elde etmeyi sürdürmek; bir alanda duraklama yaşanırsa, bir başka alana yoğunlaşmak, süreci oradan ilerletmeye çalışmaktır. Bugüne kadar "demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB süreci " , kavramlarını kullanarak ilerledi siyasal İslam. Bu sayede kendine çok önemli "yol arkadaşları" edindi, bunlar sayesinde, geleneksel olarak kendisine ait olmayan çevrelere nüfuz etti, verili duruşlarda, kendisine doğru önemli dönüşümler (transformismo) gerçekleştirdi. Bu çevrelerdeki dönüşümün enerjisini siyasal İslamın projesine doğrudan katamasa bile, bu projenin andaki motorunu, AKP'yi ilerletmek için kullandı.

AKP ilk kez seçimleri kazandığında, bu partinin, kendi toplumsal tabanından, bu tabanın taşıdığı sosyal projeden, bağımsız bir varlığa sahip olamayacağını, etkisinden tümüyle ve uzun süre çıkmasının söz konusu olmadığını savunmuştuk. Şimdi yaşananlar çok doğaldır. AKP'nin ait olduğu karmaşık, toplumsal hareket, siyasal İslam, kendi toplumsal güçleriyle, yaşam tarzıyla, umutlarıyla, en önemlisi gerçek liderleriyle (bunlar AKP liderliği ile örtüşür ama aynı şey değildir) iradesini dayatmaya başladı. Bu iradenin, hareketin liberal "yol arkadaşlarının" iradesiyle çatışması kaçınılmaz. AKP ve siyasal İslamın dünkü "sevimli" yüzleri bu gün, daha kalın sesle ve çatık kaşlarla, bu yol arkadaşlarına, ya artık bize katılacaksınız ya da hareketin eteklerinden düşeceksiniz diyorlar.

Son günlerde, siyasal İslamın, aile ile devlet arasındaki alanı ( "sivil toplum" ) sessizce ve adım adım ele geçirme süreci , medyanın etkisiyle görünür olmaya, "transformismo" süreciyle yakalanan tabakaların AKP'ye güvenini tehdit etmeye başladı. "Demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB üyeliği" kavramları siyasal İslam açısından, artık işlevlerini kaybediyorlar. Öyleyse, hareketin, aile ile devlet arasındaki alanı ele geçirme sürecini gizlemeye yardımcı olacak yeni bir kavrama, adeta yeni bir "destekleyici fanteziye" gereksinim oluşmaya başlıyor. Bu yeni kavram, yeni düş kırıklıklarına yol açacak.

Yeni kavram, yeni yol arkadaşları...

Bu yeni kavram acaba ne olabilir? Seçim sonrası Meclis'te AKP-MHP işbirliğine, "Söğüt Şenlikleri" kucaklaşmasına, Cumhurbaşkanı'nın şehit ailelerine verdiği iftar yemeğine bakarak bu yeni kavramın "milliyetçilik" olabileceğini düşünüyorum. Tabii bu kavram da demokrasi ve bireysel özgürlükler kavramları gibi, içeriklerinden (özellikle anti-emperyalist potansiyelinden) soyutlanmış bir biçimde kullanılacak; nasıl "demokrasi" oy verme işlevine "bireysel özgürlükler" de türban özgürlüğüne indirgendiyse, bu kavram da siyasal İslamın "mevzi savaşı" taktiğine hizmet edecek bir biçimde, sosyal tarihsel ve jeopolitik özelliklerinden soyutlanarak tek bir özelliğine, "PKK" sorununa indirgenerek devreye girecek diye düşünüyorum.

Eğer bu beklentim gerçekleşirse, siyasal İslam, AKP aracılığıyla yeni bir "transformismo" süreci başlatarak, zaman içinde liberal entelijansiya safrasını atarken bu kez Türk-İslam sentezci, şoven-milliyetçi, entelijansiya içinden yeni yol arkadaşları kazanabilecek, bunlar aracılığıyla, askerin tepkilerini de dün liberallere yönelik olduğu gibi "istediğini ben verebilirim" , söylemiyle yumuşatma şansına sahip olacaktır.

Sanırım, şimdi düş kırıklığına uğrama sırası, dün sorunlarının çözümü için AKP'den (hâlâ ABD'den) medet uman Kürt entelijansiyasında, burjuva-feodal, mülk sahibi sınıflarında, yerel seçkinlerinde... Sanırım, onlar da güvendikleri dağlara kar yağdığını görecekler.