Friday, February 27, 2009

Kentsoylu Uygarlık ve AKP

AKP hükümeti döneminde, sol-liberal ve muhafazakâr çevrelerde egemen olan bir söyleme göre, Türkiye’de liberal demokratik dönüşümler yaşanıyor. Adeta AKP Türkiye’nin“yarım kalmış kentsoylu devrimini”, ateşe ve kana gerek kalmadan tamamlıyor.

Ne ki, AKP hükümetinin uygulamaları tüm bu iddiaları yalanlamanın ötesinde, kentsoylu uygarlığı, bu ülkede ne kadarsa o kadarıyla, tasfiyeye dönük bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor.

‘Doğal haklar’, demokrasi ve diğer rejimler

Kentsoylu uygarlığın “eski rejime” karşı mücadele ederken, insanlık tarihine kattıklarının başında, “eşit doğal haklar”, “bireysel özgürlükler”kavramları geliyor: “Doğal haklar”,insanın doğasından, fiziki varlığından kaynaklanan eşit haklardı, ona ilahi bir güç tarafından bahşedilmiş haklar değil. Tüm insanlar bu haklarını kullanarak potansiyellerini, servetlerini, bilgilerini vb.. geliştirme özgürlüğüne sahip olmalıydı. Ancak, bu insanlar hem birlikte yaşıyorlardı (toplumda), hem de ekonomik alanda birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içindeydiler (piyasada). Böylece, “doğal haklar”, “bireysel özgürlükler”sorununu, o da bu özgürlüklerin(örneğin, servet oluşturma özgürlüğü),eşitlik (doğal hakları kullanabilme)ülküsüyle bağdaştırılması sorununu gündeme getiriyordu.

Kentsoylu uygarlık bu sorunu çözmede başarısız oldu, çelişkiyi yönetmekle sınırlı kaldı (“Komünist hipotez” bu başarısızlığa tepkidir), ama bu arada insanlığa “sivil toplum”, “siyasi toplum”ayrımını kazandırdı. “Sivil toplum”, birlikte yaşamaya (ekonomik etkinlik ve üreme) uygun töreyi, ortak zevkleri, ortak gelenekleri, “öznellikleri” yeniden üreten kurumların (devletin ideolojik aygıtlarının-Althusser) yaşadığı yerdi. Burada kentsoylu uygarlığın, insanlık tarihine, “bireyin özeli”, basının, akademik yaşamın, bağımsızlığı, bilimsel, akılcı, eleştirel, hatta ironiye, karşıt görüşlere açık bireyler üreten bir eğitim sistemi anlayışını kattığını da görüyoruz.

“Siyasi toplum” düzeyindeyse, kentsoylu uygarlık, insanlık tarihine vatandaşlık (dini, etnik farkları aşan bir kimlik) kurumunu, genel oy hakkını, demokratik devlet biçimini kazandırdı. Devletin sınıflar üstü, şeffaf olmayan, adeta kutsal bir varlık olarak algılanması, vatandaşların da yasalar önünde eşit olduğu iddiaları, siyasi yöneticilerin sivil toplumun kurumlarına, özellikle de ekonomik çıkar alanlarına müdahale etmesinin hoş karşılanmaması da kentsoylu uygarlığın getirdiği yeniliklerdendi.

Kentsoylu uygarlık, “bireysel özgürlüklerle” “eşitlik” ülküsü arasındaki çelişkiyi yönetemediği noktalarda askeri diktatörlük ve faşizm gibi otoriter, hatta totaliter rejimler üretti. Demokratik devlet biçiminde,“sivil toplumu” oluşturan, kilise/cami, medya, aile, eğitim sistemi, meslek kuruluşları gibi, “devletin ideolojik”aygıtlarının, devletin doğrudan müdahalesinden bağımsız olduğunu, buna karşılık, faşizmde bu kurumların devletin parçası haline geldiğini görüyoruz.

AKP deneyimi

AKP’nin kentsoylu uygarlığa ait şu dört önemli ilkeyi aşındıran bir iklim yarattı. (1) “Doğal haklar”. (2) Egemenlik“halka” aittir. (3) Devletin sınıflar üstü görüntüsünü koruyabilmek için devleti yönetenler (bu doğal olarak ailelerini de kapsar) maddi kazanç sağlayan etkinliklerden uzak dururlar. (4) Devletin “kutsal varlık” iddiasını koruyabilmek için devlet içi savaşların bilgisi devlet içinde kalır, devlet şeffaflaşamaz.

AKP’nin ısrarla “sivil toplumu”oluşturan alanı, devletin ideolojik aygıtlarını, siyasi denetim altına alma çabaları da kentsoylu uygarlığın “liberal demokratik” geleneğine aykırı bir gelişmedir. AKP’nin özellikle II. döneminde, eleştirilere dayanamaz hale geldiğini, telefon dinlemeleri, internet etkinliklerinin izlenmesiyle“kişi özelinin”, mahreminin, bireysel haklar alanının imha edildiğini,“yandaş” medya üretilmeye, eleştirel yayınların susturulmaya çalışıldığını görüyoruz.

Dahası, AKP’nin devlet bürokrasisini, güvenlik güçlerini giderek belli ideolojiye, inançlara sahip insanlardan oluşturduğu, bu inançların “biyo-politiğini” (giyim tarzı, “haremlik-selamlık”, içki yasağı), yaygınlaştırıldığı da (akademik çalışmalarla da desteklenerek) ileri sürülebilir. Eğitimde dinci söylemlerin, davranış biçimlerinin yayılmaya başlaması da kentsoylu uygarlığın bilimsel düşünceye dayalı eğitim geleneğine ters gelişmelerdir.

AKP döneminde, Cumhuriyetin kuruluş“anını” sorgulayan Osmanlıcı söylemlerin canlanmasına, sosyal devletin yerini sadaka ekonomisinin almaya başlamasına bakarak, kentsoylu uygarlık öncesine dönme özleminin giderek güçlendiği de söylenebilir, hem de liberal entelektüellerin desteğiyle…

 

Monday, February 09, 2009

İsrail: ‘Çıkmaz Sokakta’ Seçimler…

İsrail halkı belki de tarihinin en önemli seçimlerinden biri için salı günü sandığa gidiyor. Ancak, ülkede bugüne kadar görülmemiş ağırlıkta bir kötümserlik, uluslararası alanda yalnızlaşmışlık, duygusu egemen.

 İsrail halkı ağır yaşamsal tehlikeler ve sorunlarla karşı karşıya olduğunu düşünüyor. Buna karşılık, önündeki seçimlerden, bu tehlikeleri giderebilecek bir hükümetin çıkma olasılığı çok zayıf.

 Dahası, bir çözümsüzlük, tehdit altında olma algısı, seçmeni, Likud, İşçi Partisi, Kadima, Meretz gibi seküler (din ve devlet işlerini ayrı tutmaya kararlı) partilerden uzaklaştırıyor.. Şas özellikle de Yisrael Beiteinu (İsrail bizim evimiz) gibi aşırı milliyetçi, dinci, hatta ırkçı partilere yönelmesini hızlandırıyor (Ben-Zvi, The New Republic, 04/02).

  Yaşamsal sorunlar yığını

 İsrail halkının korkularının başında İran’ın nükleer silah üretme olasılığı geliyor. Seçimlerden sekiz gün önce İran’ın kendi imalatı bir haberleşme uydusunu yörüngeye yerleştirmesi bu korkuları derinleştirdi. İsrail seçkinleri, ABD’nin, Müslümanlarla ilişkilerini düzeltmeyi hedefleyen Obama yönetiminin, İran’la çatışmak yerine konuşmaya hazırlandığını, Avrupa’nın İran’ın nükleer silah üretme olasılığından pek kaygılanmadığını düşünüyor, bu sorunla ilgilenmenin tüm yükünün İsrail’in üstüne kalmasından korkuyor. 

Bu bağlamda şekillenmekte olan bir yalnızlık duygusu, Gazze savaşında en yakın müttefiklerinin desteğini kaybetmiş olmanın ötesinde savaş suçlusu durumuna düşme korkusuyla daha da güçleniyor. Gazze savaşı sırasında, Avrupa’da ve genelde dünyada oluşan İsrail karşıtı dalganın, hızla İsrail’in varlığının meşruiyetini sorgulayan bir dalgaya dönüşmekte olduğuna ilişkin algılar, yalnızlık duygusunu derinleştiriyor. Davos toplantısında Erdoğan ile Peres arasında patlak veren atışma ise bu korkuların üzerine tuz biber ekti.

 İran’ın nükleer silah üretme kapasitesi, Suriye ile bir çatışma olasılığı, Hizbullah ve Hamas ile yapılan savaşlardan arzulanan sonuçların alınamaması, bu “aşırı akımlara” karşı İsrail’in “kendini savunma hakkının” en yakın müttefiklerince bile sorgulanması, nihayet barış sürecinin ne zaman ve nasıl canlanabileceğine ilişkin herhangi bir belirtinin yokluğu, yalnızlık duygusuna, meşruiyet kaybı algısına, gelecek korkularını ekliyor.

 Ancak, seçime katılan partilerin, “Bibi’ye güvenilmez”; “Livni bu işi beceremez”, “Barak küstah bir paranoyak”, “Lieberman ırkçı demagog” türünden kampanya slogan ve afişleri (Jarusalem Post, 06/02), halkın birbirinden sevimsiz seçeneklerle karşı karşıya kaldığını gösteriyor.

 Bibi, Barak, Livni ve Lieberman

 Yedi milyon nüfuslu bir ülke için İsrail’in gerçekten çok parçalanmış bir siyasi coğrafyası var. İsrail’in nispi temsile dayanan seçim sistemi yüzde 2 oy alan partilerin bile meclise girmelerine olanak sağlıyor. Bu parçalanmışlığa, tüm siyasi yapıyı sağ sol ayrımının yanı sıra, bir kez daha ikiye bölen bir seküler ve dinci kamplaşması da eklenmiş durumda.

 İsrail’de geleneksel olarak oylar, seçimlere giren çok sayıda parti içinde muhafazakâr Likud ile sosyal demokrat özellikler taşıyan İşçi Partisi arasında bölünür.. küçük dinci partiler, seçim sonrasında bu iki partiden birini destekleyerek koalisyonlara katılırlardı. Ancak, 2005 yılında Ariel Şaron, Likud’dan ayrılarak, her iki partiden de katılımlarla Kadima’yı kurunca siyasal yapı bir kez daha parçalanmış oldu. Bu resmin içinde, Şas ve Beiteinu gibi dinci partilerin yanı sıra, Knesset’e (meclis) üye sokacak kadar oy alsalar da genelde koalisyonlara alınmayan Arap partileri de var.

 Yapılan en son kamuoyu yoklaması, yeni hükümetin Likud lideri Benyamin Natenyahu (Bibi), ya da Kadima lideri Livni tarafından kurulabileceğini düşündürüyor. Ancak aynı kamuoyu yoklamaları, 120 üyelik Knesset’te hiçbir partinin 30’dan fazla iskemle elde edemeyeceğini de gösteriyor. Dahası sağ sol ayrımına, dinci seküler bölünmesi ışığında bakınca, sağ kanadın toplam oy kapasitesinin yüzde 65’e ulaşıyor olması, herhangi bir istikrar şansı olacak hükümetin Bibi tarafından kurulmasını gerektiriyor. Aynı kamuoyu yoklamasına göre Likud ve Kadima başa baş durumda (Haaretz 07/02). Eğer Kadima birinci parti olur, hükümeti kurma Livni’ye düşerse belirsizlik süresinin daha da uzaması kaçınılmaz.

 Ancak Likud’un seçimlerden birinci parti olarak çıkması halinde hükümetin kolaylıkla kurulabileceğini söylemek de zor. Çünkü İsrail seçmenindeki korku ve belirsizlik, sağ radikal görüşlere ilginin artmasına neden oldu. Böylece, Rus göçmeni, ırkçı hatta faşist eğilimleriyle bilinen Avigdor Lieberman’ın partisi, Yisrael Beiteinu’nun, büyük bir zafer kazanarak Knesset’e 18-19 temsilci sokması, üçüncü parti olma olasılığı artıyor. Böylece, geçmişte İsrail’i 30 yıl aralıksız yöneten İşçi Partisi dördüncü parti durumuna düşüyor, Lieberman gelecek hükümetin bileşimini belirleyecek bir konuma yükseliyor. 

Daha şimdiden Lieberman’a önemli bir bakanlık vaat eden Natenyahu ise, salt sağ partilerden oluşan bir koalisyon kurmak istemiyor; mutlaka Kadima’yı ve İşçi Partisi’ni, halen savunma bakanı olan İşçi Partisi Başkanı Barak’ı da kabinesine, aynı görevle, almak (Der Spiegel 06/02), böylece ulusal Siyonist bir birlik hükümeti kurmak istiyor. Ama hiçbir koalisyon olasılığı Lieberman’ı dışarıda bırakamıyor.

 Bibi artı Lieberman

 En büyük olasılık Lieberman’ı da içeren bir Bibi hükümeti. Bu da İsrail’in geleceği açısından iyi haber değil. Çünkü böyle bir koalisyon, İsrail’in ulusal güvenliğinin temelini oluşturan “uluslararası topluluğun saygın üyesi bir demokrasi imajındaki” aşınmayı durdurmak bir yana, derinleştirmeye devam edecek.

 Örneğin, Bibi, İsrail-Filistin sorununda, “iki devlet iki halk” projesini kabul etmiyor, diplomatik yollardan bir çözüm bulunabileceğine inanmıyor.. Filistin temsilcileriyle konuşmaktan, hiçbir topraktan çekilmekten yana değil. Hükümete gelirse Hamas sorununu kökten halletmeyi vaat ediyor; bu özellikleriyle Obama yönetiminin politikalarına uyum sağlaması da çok zor. Bir Rus göçmeni olan Lieberman’a gelince, adamın planı İsrail topraklarındaki tüm Araplardan kurtulmak. Lieberman; İsrail devletine bağlılık yemini etmeyenin vatandaşlığını iptal etmeyi, Hamas’la görüşen Arap milletvekillerinin infaz edilmesini istiyor; İsrail’de üzerinde Arapların yaşadığı toprakları Filistin’e verip, karşılığında yerleşimcilerinin topraklarını koruyarak, saf bir İsrail devleti yaratmayı amaçlıyor.

 Tüm bunların arasında, belki de en korkutucu olan, Gazze savaşı sırasında gözlendiği gibi bizzat İsrail halkının artık barıştan umudunu keserek salt şiddete güvenir, radikal, dinci milliyetçi siyasi akımlara itibar eder hale gelmiş olması… İsrail halkını gerçekten de çok zor günler bekliyor.

Wednesday, February 04, 2009

‘Hamas’a destek’

Yaklaşık üç haftalık Gazze saldırısından sonra, ateşkes ilan edildi, ama Hamas yine İsrail’e roket atıyor. İsrail devleti yine, önceden uyardığı gibi, büyük bir şiddetle cevap vermeye devam ediyor. Sol, Türkiye’de ve dünyada siyasal İslam’ın taraftarlarıyla “omuz omuza”, Hamas’a koşulsuz destek vermeye, İsrail’i protesto etmeye, bu arada Filistin halkı da ölmeye devam ediyor… Burada bir gariplik yok mu?

Bir kez daha kaybedenler üzerine

Tamam, İsrail devletinin, hiçbir etki yaratmayan füzeleri bahane ederek gerçekleştirdiği, hatta Uri Avineri’nin işaret ettiği gibi savaş suçu da sayılabilecek saldırılarını şiddetle kınayalım, durmasını sağlamak için mücadele edelim. Peki Hamas’ı ne yapacağız? Hamas’a, “Sen bu füzeleri atmaya neden devam ediyorsun” diye sormayacak mıyız? Sonra, acaba Gazze halkı İsrail saldırıları altında, evini barkını canını kaybetmeye, şehit olmaya devam etmek istiyor mu? Filistin halkının İsrail uçaklarının bombaları altında ölmesi “durumun gereği” “takdiri ilahi mi”? Ya da Hamas’ın bu ölüleri sergileyerek destek toplaması?

İsrail seçkinleri seçimlere hazırlanıyor, İsrail halkının uzun dönemli güvenliği adeta umurlarında değil... Hamas, tüm Filistin’de iktidar istiyor; FKÖ’yü devreden çıkartmak istiyor. Bu arada Gazze halkından kaç kişi kurban (pardon şehit) olmuş, adeta umurunda değil… Barış ikisinin de gündeminde değil!

Hem Hamas, hem İsrail devleti zaferlerini ilan ediyor. İki taraf da kazanmasına karşın bombalar ve roketler uçmaya devam ettiğine göre “kim kaybetti”sorusunu sormayacak mıyız?

Bir yol arkadaşı olarak sol…

“Koşulsuz destek”, haksızlığa uğradığını düşündüğü kesimin hatalarını, hatta suçlarını görmezden gelme anlayışı, sol harekete geçmişte çok pahalıya mal oldu. Stalin rejiminin “az çok” sosyalist olduğu için ne pahasına olursa olsun savunmak, o zaman siyaseten kolay bir duruştu, ama bu “etik” olarak yanlış duruş, uzun dönemde, dünya işçi sınıfının gözünde sosyalizmin Stalinizmle eşitlenmesine, oradan da Stalinizmle birlikte gözden düşmesine yol açmadı mı? İran’da 1979 devrimi sırasından mollalarla ittifak yapanlar, hem Şii devrimine kaldıraç hem de solun fiziki olarak yok olmasına araç olmadılar mı? Dahası bu ittifak, her türlü sosyalizmin, hatta liberal demokrasinin yaşayabileceği bir hakikat rejiminin de imha edilmesine neden olmadı mı? 30 yıl geçti, hâlâ ne sosyalizm ne de liberal demokrasi İran’da belini doğrultabildi.

Stalinizme, Şii devrimine “yol arkadaşlığı” yapan sol, şimdi de Mısır’da Müslüman Kardeşler’den Türkiye’de AKP’ye, Gülen hareketine kadar siyasal İslama“yol arkadaşlığı” yapıyor. Kimi zaman anti-emperyalizm gerekçesiyle, kimi zaman da sandıktan çıkmış olmasına dayanarak… Bu destek, ne bu “anti-emperyalizmin” içeriğine (ait olduğu siyasi projeye) ne de sandıktan çıkanın siyasi programına bakıyor… Böylece sol/sosyalistlerin büyük bir kesimi gelecekte kendisini yok edecek hareketlere yol arkadaşlığı yapmaya devam ediyor.

Ne Hizbullah rejiminin ne de Hamas’ın totaliter özellikleri, ne de Hamas’ın savaşın hemen arkasından yapmaya başladığı yargısız infazlar kaygı uyandırıyor. FKÖ üzerinden gelen haberler, Gazze’deki İnsan Hakları Kuruluşları, The Guardian ve The Independent yazarları yer, isim, olay vererek Hamas’ın İsrail’le işbirliği yaptığını düşündüğü insanları infaz ettiğini, hızını alamayarak bilinen FKÖ taraftarlarını öldürmeye, yaralamaya başladığını aktarıyorlar. Eğer bu iddialar doğruysa, Hamas, Gazze halkını sindirerek olası eleştirilerin önünü kesmeye, kızgınlığı “işbirlikçi hainlere” yönlendirmeye çalışıyor diye düşünebiliriz.

Bu arada Hamas’a verilen koşulsuz destek, Türkiye’de yükselmeye başlayan antisemitizme gözlerin kapanmasına da yol açıyor. Hamas’a verilen bu koşulsuz destek, Başbakan’ın “Siz öldürmeyi bilirsiniz” ve “Osmanlı zamanında bize sığınmıştınız” ifadelerindeki, İsrail devletiyle, İsrail halkını birbirine karıştırarak adeta bir “ırk” özelliğine gönderme yapan, kendini Osmanlı’nın devamı olarak görürken Türkiye’nin Musevi vatandaşlarını yüzlerce yıl sonra hâlâ“sığınmacı”, yabancı olarak gören anlayışa da verilmiş oluyor.