Ulusalcılara”, “AB karşıtlarına” karşı AKP’yi destekleyenlerle, AKP’yi emperyalizmin basit bir maşası olarak görenler sanırım, bugünlerde aynı şaşkınlığı yaşıyorlar.
AKP, ABD’ye, İsrail’e ve Avrupa’ya kafa tutuyor, adeta Türkiye’nin “bağımsızlığını” ilan ediyor, ülkenin dış politikasını imparatorluk tarihini canlandıracak biçimde yeniden düzenliyor.
İmparatorluğun tarihi ağır bir trajediyle sonuçlanmıştı. Osmanlıcılık bu kez bir komediyle sonuçlanacak gibi görünüyor. Ama bu, Marcuse’un deyimiyle (aktaran Zizek) trajediden çok daha korkunç olabilir…
Bir ‘bağımsızlaşma’ süreci…
“Bağımsızlaşmanın” ilk işaretleri 2006’da Hamas’ın, 2008’de Sudan Devlet Başkanı El Beşir’in ziyaretleriyle, AB sürecine olan ilginin azalmasıyla ortaya çıkmaya başlamıştı. Davos’taki “one minute” ile süreç olgunlaştı. Artık, Türkiye, Batı ile İran arasındaki nükleer silahlar gerginliğinde yerini İran’ın yanında belirliyor, füze kalkanına katılmak istemediğini belirtiyor, bir Türkiye-İran-Suriye ekseninin oluştuğundan söz ediliyordu. Başbakan Erdoğan’ın yıldızı İslam dünyasında parlıyordu. Öyle ki, Suudi Arabistan kendisine İslama yaptığı hizmetlerden dolayı Kral Faysal ödülünü veriyordu.
“Ermeni soykırımını anma günü” ile ilgili yasa tasarısının ABD Dış İlişkiler Komitesi’nde kabul edilmesinin ardından bu “bağımsızlaşma” ivme kazandı. Önce, ABD’ye diplomasinin inceliklerine aldırmadan sert bir biçimde çıkışıldı. Büyükelçi süresiz olarak geri çekildi. Ardından İsveç’e ağzının payı verildi. Şimdi, şüphesiz sıra diğer ülkelere de gelecek. AKP hükümeti “açılım sürecini” de çoktan kapatmıştı. Modern zamanlarda Türkiye’nin başına bela olmuş bir kurum olan IMF’ye de “pabuç bırakmıyorduk” artık. Ülkede krizin etkilerine, katlanarak artan kredi kartı iflaslarına karşın, belli ki, üç kuruş için IMF’nin elini bu ülkeye sokmayacaktık.
Batı’dan, emperyalizmden “bağımsızlaşan”, yüzü Doğu’ya dönük bir Türkiye var şimdi. Ama insan yine de kaygılanmadan edemiyor; özellikle, köşe yazarlarına atılan fırçayı, parti kapatma yetkisini Meclis’e alma niyetini, “yargı bağımsız değil tarafsız olmalıdır” (Cumhurbaşkanımız gibi, örneğin) taleplerini, Davutoğlu’nun “yeni Kissinger” lakabını düşününce…
Ya, gerçekte, bağımsızlaşan Türkiye değil de başka bir şeyse? Ya, siyasal İslam tüm kazanımlarından sonra, “pasif devrim süreci” içinde geldiği noktada, bugüne kadar kendisini sınırlayan iç ve dış dinamiklerden bağımsızlaşıyorsa? Ya bu “bağımsızlaşma”, ABD ile bölgeye ilişkin yeni ve daha derin bir işbirliğine açılırsa? Ya bu “bağımsızlaşma” Türkiye’yi totaliter eğimlerin, savaş olasılıklarının giderek güçlendiği ufuklara götürüyorsa?
Ve ‘bağımsızlık’ üzerine bir başka bakış…
Her fırsatta emperyalizmi eleştirdim. Ama eleştirilerimin, içine kapalı, “otarşik” bir kapitalizmi amaçlamadığını, uluslararası ilişkilerin, iç pazarın, bu ülkede yaşayanların gereksinimlerine öncelik verilecek biçimde kontrol altına alınması anlamına geldiğini birçok kez vurguladım.
Bugüne kadar, her antiemperyalist eleştiriyi, “ulusalcılıkla” suçlayanları, Cumhuriyet olayının, modernizmini, “ulusal projesini” yok saymaya kalkanlarıFrantz Fanon’un “siyah ten beyaz maske” kavramıyla eleştirdim. Buna karşılık, beraberinde bir sosyal program önermeyenlerin, “ulusalcılık”iddialarını da “Truva atı” olarak niteledim.
Gerçekten antiemperyalist olmak isteyenlerin sosyal programının da siyasal İslamın reflekslerinden farklı olarak, ülke halkını finans kapitalin dalgalanmalarına karşı koruma, neoliberalizmin vahşetinden kurtulma çabasının ürünü olması gerektiğini düşünüyorum. Bu program, kendi kaderini ekonomik siyasi olarak eline almak, tüm etnik, dini farklılıkların barış içinde, karşılıklı zenginleştirici (ve dönüştürücü), kaynaştırıcı dinamiği içinde yaşanmasına, bu zeminde yeniden vatandaşlık kimliğine ulaşılmasına, olanak sağlayabilecek bir asgari savunmayı amaçlamalıdır.
Dahası bu yeni ortam, kapitalizmin sınırlarının, ötesine bakmak isteyenlerin de toplumun geri kalanıyla konuşmalarına olanak sağlayacak demokratik bir zemin de sunabilmelidir.
Bu diyalog önemli, çünkü kapitalizmin ufkunun ötesine nasıl geçeceğimizi, bunun alacağı yeni biçimi henüz bilemiyoruz. Geçen yüzyılın deneyleri, kapitalizmin dinamiklerini anlayacak teorilerimizi zenginleştiriyor, neyin nasıl olmaması gerektiğini söylüyor. Hatta bu deneyler, kritik “durumlardan” başarıyla çıkan siyasetçilerin, cesaretini, sadakatini ve mantığını, üzerinde çalışılması gereken örnekler olarak bize taşıyor. Ama o kadar!
Şimdi, henüz başında olduğumuz “yolu” yeniden düşünmek zorundayız. Kapitalizmin ötesine açılan, olasılıkları koruyacak, “yapıya” teslim olmadan var olmaya imkân veren asgari (olmazsa olmaz) bir tutanak (ilkeler kümesi) saptamak, ne olursa olsun ona sadık kalma cesaretini göstermek, bugünün en önemlierdemini oluşturuyor.
1 comment:
AKP Hukumetinin Israil, AB ve bazen ABD'ye karsi cikislarinin ABD ile karsilikli olarak tasarlanmis olaylar oldugunu dusunuyorum. Sanirim ABD, AKP'ye cok degisik bir rol biciyor. Bunun icin de Tayyip Erdogan (ve de AKP'nin) Islam aleminde cok sevilmesi gerekiyor. Bakalim bu iliski nasil bozulacak. AKP mi ABD mi olcuyu asacak.
Post a Comment