Thursday, July 23, 2009

‘Vesayet’ Sorunu Üzerine Düşünceler

Şimdi sözde tatildeyim, kafamı dinlendirmeye çalışıyorum. Ama geçen hafta, medyada rastladığım saçma sapan bir “vesayet”tartışması aklıma takıldı kaldı: “Asker vesayetine karşıyız”, “Biz de Erdoğan’ın vesayetine”…

Modern siyaset ve devlet teorilerinden biraz olsun nasibini almış birisi, bu ülkede, hatta (“muz cumhuriyetleri” hariç) hiçbir ülkede, neaskerin ne de bir siyasetçinin “toplum” üzerinde “vesayet” kuramayacağını bilir… Bir “vesayet” sorunu vardır ama kaynağı her zaman başka bir yerdedir, sınıfsaldır (yapısaldır). Bir kurum veya sivil bir siyasetçi ne kadar öne çıkarsa çıksın, gerçekte bu yapısal “vesayetin” temsilcisi, uygulayıcısıdır, o kadar. Bu durum bir kralın, kendisini orada tutan ve biteviye “sen kralsın” diyen yapıyı unutarak gerçekten kral olduğuna inanmaya başlamasına benziyor. Halbuki “sen kralsın” diyen ses kesildiğinde, gerçekten kral olduğunu sanan adam ortada kalacaktır, çoğu zaman bedeni bir tarafta, kafası bir başka tarafta olmak üzere…

Bir ‘vesayet’ var ama…

Gerçekten de bu ülkede bir “vesayet” sorunu var. Bu “vesayet”, kökü 1950’lere kadar uzanan, Türkiye ekonomisinin uluslararası sermayenin devreleriyle bütünleşmeye başlamasıyla, özellikle 1990’lardan sonra giderek güçlenen bir egemenlik-bağımlılıkilişkisinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle bu uluslararası hegemonya sisteminin, mali sermayenin Türkiye ekonomisi, toplumu üzerindeki “vesayetidir”.

Kimse burada, “hah işte yine bir ulusalcı saplantı” filan demeye kalkmasın. Bu, öyle ülkeye dışarıdan “yabancı bir el” tarafından dayatılan bir “vesayet” değildir, (bu toprakların sosyalist hareketinin geleneğinden bir kavramı anımsarsak) içseldir!!! Bu içselliğikavrayabilmek için, uluslararası mali sermayenin Türkiye ekonomisinden çıkması halinde gündeme gelecek “krizi ve kaosu”düşünmeyi deneyebiliriz: Böyle bir “çıkış” durumunda, Türkiye denen toplumsal şekillenme, “yaşam dünyasını” yeniden üretmeye devam edemeyecek, köklü yapısal, travmatik değişiklikler gündeme gelecektir.

İşte uluslararası sermayenin bu varlığı, onun uluslararası kurumlarına, onun küresel/hegemonik devleti olan ABD’ye, Türkiye’nin ekonomik, siyasi hatta kültürel yaşamında bir “üst belirleyici” olma gücü vermiştir. Bu durum Türkiye’deki demokratik süreçler (halk iradesi) üzerinde sınırlayıcı, engelleyici, yönlendirici (medya vb.) bir irade, dört dörtlük bir “vesayet” olarak karşımıza çıkıyor.

Yakın tarihimize bakınca da bu “vesayetle” çelişen, sağcı veya solcu olsun, her siyasetçinin ya da siyasi hareketin iktidarsızlaştırıldığını, hatta fiziki olarak tasfiye edildiğini görüyoruz. Türkiye işte bu “vesayetin” altında yaşıyor; ordunun veya Erdoğan’ın değil.

Kısaca tarih…

Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, 1950’lerden bu yana bu vesayetin izlerini hemen her dönemde görebiliyoruz. Bu vesayeti önceleri esas olarak soğuk savaş koşulları belirliyordu. Daha sonra, kapitalizmin yapısal krizinin ve kapitalizmin finansallaşmasının başlamasıyla birlikte, 1970’lerin ve 1980’lerin başında gündeme gelen iki askeri darbede, ABD’nin jeostratejik (Yeşil Kuşak, BOP) gibi projelerinin yanı sıra giderek, uluslararası mali sermayenin taleplerinin de (IMF reformları gibi) belirleyici olmaya başladığını görüyoruz.

Her iki darbenin öncesi konjonktürde, uluslararası sermayenin ekonomik, ABD’nin jeostratejik taleplerine cevap veremedikleri takdirde yaşam koşullarını kaybedebileceklerini düşünen yerli sermaye sınıfının “iktidar bloku” orduyu göreve çağırmış, medya aracılığıyla toplumda müdahale beklentisi, arzusu oluşturmuştur. Ordu da devletin yürütme aygıtının bir parçası olarak görevini yerine getirmiş, bunu yaparken de uluslararası mali sermayenin kurumlarında ve Pentagon, NATO merkezlerinden onaylanmış, desteklenmiştir.

Ordu vesayetine “tipik” örnek olarak gösterilen 28 Şubat müdahalesi dahi şimdi geriye doğru bakarak, aynı bağlamda anlamlandırılabilir. Bu müdahale Pentagon’un savunma doktrinini, “Büyük Ortadoğu”, “Arap Dünyası” kavramlarıyla, radikal İslam-terorizm ilişkisi üzerinden “düşünmeye” başladığı, siyasal İslam’ın içinde, neo-liberalizmle ve ABD bakış açısıyla barışık eğilimin arandığı, inşa edilmesinden söz edildiği bir dönemde gerçekleşmedi mi? AKP’nin, “ılımlı Müslüman ülke Türkiye” imajının doğuşuna giden yolu, Milli Görüş hareketini marjinalleştirerek 28 Şubat müdahalesi açmadı mı?

Sakın bu, gerçekdışı “Asker-Erdoğan” ikileminin amacı, gerçek “vesayet” odaklarını bizlerden saklamak olmasın? Sakın, bu ikilem, toplum üzerinde, bu “vesayet” adına “total” denetim kurma arzusunu açıkça dile getiremeyen güçlerin başvurduğu bir metaphor olmasın?

2 comments:

A.Ruhi said...

Üstad, bu işin sonu nereye varacak? Türkiye'yi nasıl bir son bekliyor? Falcı değilsiniz ama yinede tahmin edilebilir sanırım.

Engin Kurtay said...

Benim nacizane tahminim, Türkiye dahil Ortadoğu toplumlarının giderek köleleştirieceği ya da büyük oranda imha edileceği yönünde. Kapitalizmi daha eşitlikçi, hakkaniyetli, sosyalist ya da komünist bir toplumsal formasyon izlemeyecek, bilakis yeni-feodal bir düzene doğru evrilme var.

Artık otantik halk hareketleri tamamen tarihe karıştı. Teknoloji sayesinde çok az sayıda kişi (egemenler) büyük kitleleri kontrol edebilir hale geldiler. Her an nerede ne yaptığınız, kiminle görüştüğünüz bilinebilir hale geldi. Bu koşullarda artık bildiğimiz anlamda hiçbir halk hareketi ortaya çıkamaz.

Benim senaryoma göre, önce "1984" benzeri bir yapı oluşacak, bu arada Terminator filmlerindeki gibi olaylar da yaşanabilecek, en sonunda da H.G.Well'sin betimlediği şekilde bir komünizme geçllecek: yeryüzünde rahatlıktan ve bolluktan salaklaşmış çok güzel insanlar, yeraltında ise trogloditleşmiş emekçi-köleler...

BEnim tahminim böyle, ama Sayın Yıldızoğlu nasıl bir senaryo çizer, ben de çok merak ediyorum tabiii.