İki haftalık bir sessizlikten sonra perşembe günü Tahran sokaklarını yeniden hareketlendiren İran “olayı” siyasal İslamın Türkiye’deki propagandacılarını aşılması zor bir ikilemle karşı karşıya bıraktı.
Bir taraftan İran’da başlayan muhalefet hareketinin, siyasalİslamın biyopolitiğinden (giysi kuralları, cinsel pratikler -özellikle kadın hakları- tercihler, bedenin zaman ve mekândaki denetlenme biçimleri) uzaklaşma arzusunun ürünü olduğunu görüyor, karşı çıkmak istiyorlar. Diğer taraftan, siyasi çizgilerini ABD’ye indekslediklerinden İran’daki dinci rejimi savunamıyorlar. Çözümü, muhalefetin aslında siyasal İslama, dinci rejime (siyasal İslamın biyopolitiğine) değil, yalnızca molla rejimine karşı olduğunu anlatmaya çabalamakta buluyorlar. Kısacası,İran halkı da bir AKP hükümeti istiyor demeye getiriyorlar. Sanki, Türkiye’de siyasal İslamın biyopolitiğinin, “mahalle baskısı” kaygılarından birçok akademik saha araştırmasının sonuçlarına kadar uzanan bulguların gösterdiği gibi, AKP hükümeti döneminde toplumda egemen olmaya başladığını yadsımak olanaklıymış gibi...
İran’da şimdi yeni bir ‘durum’ var
İran’da şimdi yeni bir durum var. Bu kez muhalefet hareketi, gazeteci ve İran uzmanı Robin Wright’ın işaret ettiği gibi, 1999’daki öğrenci olaylarından farklı olarak, iki eski devlet başkanını, bir eski başbakanı, dış dünyanın uyguladığı yaptırımlardan bunalan iş çevrelerini, taksicileri, ünlü film sanatçılarını, milli takımın oyuncularını içeriyor. Bu katmanlara daha önce de aktardığım gibi kadın hareketini, kentli orta sınıfı, işçi sınıfının bilişim ve hizmet sektörlerinde yeni şekillenen kesimlerini de eklemek gerekiyor.
Bir rejimin meşruiyetini, muhalefet hareketlerine dayanma gücüyle ölçebiliriz. Bu bağlamda, seçimlerden sonra patlak veren olayların molla rejiminin meşruiyetine ve özgüvenine büyük bir darbe vurduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. İran’da, muhalefetin genel grev çağrısı yaptığı gün rejimin kendini korumak için, tüm gösterileri şiddetle bastıracağını ilan etmenin ötesinde, cep telefon hatlarını, tekst mesajı ağlarını kesmek, üniversiteleri kapatmak, hava koşullarını bahane edip 48 saat resmi tatil ilan etmek zorunda kalmış olması da bunu gösteriyor.
Bu yeni muhalefet cephesinin talepleri karşısında, molla rejiminin meşruiyetinin iki kaynağı (din ve halkın iradesi) arasındaki denge bir daha düzelmeyecek biçimde bozuldu. Muhalefet cephesi genişlerken, Şii bürokrasisinin İran karşı devriminden sonra kurulan iktidar blokunun temelindeki tarihsel ittifakın çözüldüğü görülüyor. Şimdi, iyice daralan blok, ittifakın, Tanrı’nın iradesine ilişkin kendi yorumlarından başka bir irade tanımak istemeyen kesimi tarafından, zorunlu olarak, daha çok şiddete dayanmayı gerektirecek, toplumun en dinamik kesimini dışlayacak biçimde yeniden kuruluyor.
Rejimin iki kanadı
İran’da iktidar blokunu oluşturan ittifakın tarihsel kökleri, Stanford Üniversitesi’nden İran çalışmaları direktörü Abbas Milani’ye göre Şiiliğin iki farklı yorumuyla ilgili. Müslümanlığın Şii kanadı içindeki, Alevi, Zeyidi, İsmaili dallarının yanı sıra özellikle İran’da egemen olan 12 İmam’cı dalı 19. yüzyılın sonunda, modernitenin, akılcılık, bireycilik, anayasacılık, hukuk düzeni, eşitlik, laiklik, kişi özeli, güçler ayrımı gibi özelliklerinin etkileri altında, siyasetle din arasındaki ilişkinin anlamı üzerinden iki akıma bölünmüş. Milani, bu gün yaşananların temelinde bu bölünmenin yattığını savunuyor (The New Republic, 15/07).
Bir tarafta, 12 İmam dönene kadar kurulacak tüm rejimler kusurlu olacağından, din devleti kurmak yerine Anayasal Cumhuriyet’le yetinmek gerektiğini savunan Ayetullah Naini’nin “laikliğe” oldukça yakın tezleri var. Bu tezlere göre Ayetullahların işlevi danışmanlıkla sınırlı kalacak, ülke yönetimine karışmayacaklar. Karşı taraftaysa, Ayetullah Nuri’nin demokrasiyi, Kuran’da ve Şeriat’ta kendini ifade eden ebedi, ulvi, mutlak doğru aklın karşısında yetersiz, yanlış bularak dışlayan yaklaşımı. Yüce lidere mutlak yetki veren, Vilayet-i Fıkıh teorisinin de gösterdiği gibi Humeyni, Nuri’nin tezlerinin devamını temsil ediyordu. Ancak, iktidarı ele geçirme sürecinde anayasacı akımla zorunlu bir ittifak kurmak zorunda kalmıştı. Bu yüzden İran’da anayasal bir demokrasi değil, Yüce liderin mutlak iradesi altında cumhuriyet taklidi yapan (seçimlere yalnızca onun onayını almış adaylar girebiliyor), gerçekteyse totaliter bir yapıyı amaçlayan rejim oluşmuştu.
Halbuki, 1979-80’de siyasal İslam liderliği ele geçirmeye başladığında, devrimin egemen sloganları bağımsızlık ve özgürlüktü. Asef Bayat’ın anımsattığı gibi, İslam Cumhuriyetinin ilk ve Humeyni tarafından da onaylanmış anayasa taslağı, Tanrı’nın egemenliğine ya da Viley’i Fıkh tezine (danışmanlar meclisine) hiçbir gönderme yapmayan, Fransız anayasasından esinlenmiş, genel olarak laik ve demokratik bir belgeydi. Ancak meclisin onayına sunulmadan önce, son anda, Devrim Konseyi, yeni kurulmuş İslami Cumhuriyet Partisi tarafından, yüce lidere mutlak yetki veren, danışma meclisini kuran, otoriter, ataerkil, cinsiyetçi, insan haklarını hiçe sayan bir yönde değiştirildikten sonra (Open Democracy, 07/07 )temsilciler meclisinden (antiemperyalizm adına demokrasiyi, sosyalizmi unutan solun desteğiyle) geçirildi.
Rejimin yeni dinamikleri
Milani ve Bayat’ın yanı sıra, Ahmad Salamatian (Le Monde Diplomatique, Temmuz 2009), Mahan Abedin (The Asia Times 09/07) gibi gözlemciler şimdi bu ittifakın bozulduğunu saptıyor, rejimin daha otoriter ve baskıcı olacağını düşünüyor. Ancak Abedin bu yeni durumda bir istikrar olasılığı görürken, diğer gözlemciler gibi ben de molla iktidarının meşruiyetini,hegemonyasını kaybettiğini düşünüyorum.
Bayat, geçtiğimiz 30 yılda hızlı kentleşme, okuma yazma oranlarındaki artış, elektrifikasyon, çekirdek ailenin, apartman yaşamının yaygınlaşması, medya sektöründe, giderek internet, cep telefonu, uydu vb... gibi iletişim araçlarındaki gelişmelerin, özgürlük (azadi) kavramının içeriğini değiştirdiğine dikkat çekiyor. Artık “Azadi” kavramı, sivil haklar, bireysel özgürlükler taleplerinin, yanı sıra, yaşam tarzını, gideceği yeri, giyeceği giysileri, dinleyeceği müziği, evleneceği kişiyi seçme,“gençliğini yaşama” hakkını da içerecek biçimde genişlemiş. Kadınlar da artık sürekli gözetim altında olmaktan, çarşaf, türban giymeye zorlanmaktan, ahlak polisinden kurtulmak istiyorlar. Diğer bir deyişle İran halkının giderek genişleyen bir kesimi, egemen sınıfların dini kullanarak dayattıkları bir biyopolitiğin altında yaşamak istemiyor.
Hemen bütün gözlemciler üç konuda anlaşıyorlar. Birincisi, Şii/molla bürokrasisinin “iktidar bloku” çatladı, tabanı daraldı, şiddet uygulama eğilimleri arttı. İkincisi, toplumsal muhalefet tabii ki dinsizleşmedi, ancak siyasal İslamın Türkiye’deki propagandistleri, kaç takla atarlarsa atsınlar, din ve devlet ilişkisinin, egemen biyopolitiğin değişmesini istiyor. Diğer bir deyişle İran’da muhalefetin gelişmesinin yönü laikliği gösteriyor. Üçüncüsü, muhalefet, bugünkü durumuyla da uyumlu olarak, barışçı ve reformcu bir gelişme istiyor. Ancak Asef Bayat’ın da vurguladığı gibi hiçbir devrim geleceğini önceden haber vermez.
No comments:
Post a Comment