Thursday, November 06, 2008

"Mustafa"

(Cumhuriyet 05.11.2008 ) 

“Mustafa”yı görmedim, görmeye de niyetim yok. Bir “insan” olarak, “gerçek” “Mustafa” hiç ilgimi çekmiyor. Beni ilgilendiren“Mustafa”nın simgesel (anlamlar sistemi içindeki) kimliği. Benim anlamlar sistemime bu kimliğiyle, belli bir tarih yorumu içinde kendisine yüklenen kimlikle, Mustafa Kemal olarak girdi. Bu kimliği olmasaydı Mustafa’dan haberim bile olmayacaktı, sizlerin de… Bu yüzden benim için (sizin için de) bu anlamlar sistemi içindeki varlığı dışında “gerçek” bir“Mustafa” yok.

Öyleyse, bir yorumcunun vurguladığı gibi, “sen”lenmiş, “kat kat etiketlerinden temizlenmiş” (!), bir başka yazarın işaret ettiği gibi, karşımıza “zaafları, aşkları, hırsı, sigarası, içkisi, dinden imandan uzaklığı ile” bir Mustafa getirmenin anlamı ne?

Kahraman ve uşağı

Hegel’e göre “Hiçbir kahraman uşağı için kahraman değildir. Kahraman, kahraman olmadığı için değil, uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa, kahraman olarak değil, yiyen içen, giyinen, kısacası, ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür” (Tinin Fenomenolojisi, Oxford, 1977, Miller çevirisi, sf, 404)

Bu “siz onu kahraman olarak görüyorsunuz ama aslında böyleydi” “düzeltmesini” Hegel, “kahramanı yargılayan ahlakçı uşağın” tavrı olarak görerek, küçümsüyor. Hatta, kahramanın kişisel özelliklerinin eyleminin, evrenselliğinin karşısına asla konulmaması gerektiğini savunuyor.

Çünkü bu “ahlakçı uşak yargısı”, kahramanı (eylemleriyle, tarih içindeki konumuyla, uşaktan çok farklı bir yerde duran kahramanı) “tüm etiketlerinden temizleyerek” etkin özneden” “pasif bireye”, tarihsel insandan, gündelik insana indirger, böylece onun anlamlar sistemi içindeki kimliğini yok eder. Simgesel kimliği yok edilen, konuşulamaz hale gelir!

“Mustafa”yı tarihin ona yüklediği etiketlerden soyutlarsak geriye ne kalır? Biyolojik özelliklerine indirgenmiş bir “arzulayan makine”, hepimiz gibi biri. Ne yok olur? Tarihsel “Mustafa” (Mustafa Kemal). Peki, Mustafa Kemal nedir: Cumhuriyeti kuran adam? Etiketlerinden kurtulmuş “Mustafa” ile Cumhuriyeti kuran adam arasında bir ilişki kurulabilir mi? Kurulamaz! Çünkü, Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal, Cumhuriyeti tek başına kurmamıştır. Cumhuriyet belli kadroların önderliğinde, sınıfların katılımıyla, desteğiyle, belli siyasi fikirlerin, tarihsel akımların, geleneklerin etkisi altında kurulmuştur. Tarihsel “Mustafa”(Mustafa Kemal) tüm bu karmaşıklığın simgesi olarak var olan “kahraman”ın adıdır.

“Arzulayan makine” olarak, “Mustafa” tabii ki “kendi derisinin altında yalnızdır”, hepimiz gibi. Arzuları gerçekliğin sınırlarını aşar, hepimizinkiler gibi. Her zaman mutsuz ve melankoliktir, metalar dünyasında, kimliği bölünmüş tüm “modern” insanlar gibi, yani hepimiz gibi. Ama bunlar sıradandır, günceldir, bayağıdır. Peki, ama neden ilginçtir ve kimin için?

Resmi ve ‘gerçek’ tarihler…

Bunları “düşünürken”, “resmi tarih” (bir şeyleri örten tarih) karşısına, bir şeyleri açan “gerçek”, “resmi olmayan” tarihi koyma çabalarını anımsadım. Tarih (diğer bir deyişle, geçmişte yaşanmış olgular arasından bazılarını seçerek bunlara bir anlam veren metin) her zaman bir şeyleri (kimi olguları) dışarıda bırakır, ancak böyle yaptığında bir “tutarlılık” kazanabilir. Bu yüzden de“resmi tarihe” karşı itiraz, aslında başka bir metni “resmi tarih” yapma talebidir. Başka olguları seçen, başka olguları dışarıda bırakarak yazılan bir tarih talebi… Bu talepse “evrensel” olanın yazılacağı “alanın” ele geçirilmesi, hegemonya altına alınması çabasından başka bir şey değildir. Son derecede siyasi bir çaba…

Bugün Türkiye’de evrensel olanın yazılacağı yerin ele geçirilmesine, hegemonya altına alınmasına ilişkin bir savaş sürüyor. Ne yazık ki bu emekle-sermaye arasındaki bir savaş değil. Bu Kürtlerin taleplerinden yana, karşı olanlar arasındaki bir savaş da değil. Bu iki savaş tabii ki var. Ama evrensel olanın hegemonya altına alınmasına ilişkin savaş, bugün bunlar arasında değil, taban tabana zıt iki “hakikat rejimi” (Aydınlanma ve Din) arasında sürüyor. Galip gelen evrensel olanın anlamını hegemonyası altına alacak, belirleyecek. Bu yüzden, bu iki “hakikat rejimi” arasındaki savaşın sonucu, sınıf mücadelelerine, ulusal, etnik hak taleplerine, hatta cinsel tercihlerin özgürleşmesine ilişkin savaşların simgesel evrenini (anlamlar sistemini) de belirleyecek. Aydınlanmanın (içindeki kimi karanlık yanları unutmadan) “hakikat rejimi” kazanırsa, ulus, sınıf, etnik çıkar, cinsel tercihler vb. gibi kavramlarla siyaset yapılmaya, mücadele edilmeye, “dünyalar” kurulmaya ve yıkılmaya devam edilecek. Bir diğeri (içindeki tüm insani değerlere rağmen) kazanırsa, sınıf, ulus etnisite, “cinsel tercih” gibi kavramlar “evrensel olanın” altında oluşacak yeni söylemde kendilerine yer olmadığını görecekler…

“Mustafa” filmi, işte bu “evrensele egemen” olma mücadelesinin içinde ortaya çıktı. Yapımcısı, evrenselin omuzları üzerindeki ağırlığından, çatışan “hakikat rejimlerinin” yargılarından kurtulamaz. Tarihsel (Cumhuriyeti kuran her şeyin simgesi) Mustafa Kemal’i, tüm “etiketlerinden” sıyırarak insanileştirme (böylece onu “yok etme”) girişimi yapımcının hangi “hakikat rejiminin”hegemonya projesinin etkisi altında kaldığını da gösteriyor. Buradaki ironiyi görmemekse elde değil.  

3 comments:

Unknown said...

Bu konuda yazilmis en anlamli ve en dogru yazi...gercekten tebrikler.bir kahramanin insani boyutunun, kendi icsel yalnizliginin vurgulanip belgesel yapilmasinin ne gibi bir anlami olabilir dogrusu anlamak mumkun degil, bu belgeselcinin ya da Hegel'in ifadesiyle 'usagin' usak olmasindan baska bir sifati tasiyamadiginin acik bir gostergesininden baska birsey degildir.

yaban said...

Turk milletine usak yakistirmasi yaptiginizi gorse Mustafa Kemal'in gozleri dolardi herhalde, `iste beni gercekten anlamayi basarmis biri..` de derdi olasilikla...

Baris Acar said...

Sayın Yıldızoğlu'nun öne sürdüğü yaklaşım gerçekten de kuramsal anlamda tutarlı bir görüş ortaya koyması açısından önemli. Ancak yine de yanlış bir şeyler varmış gibi geliyor bana. Soruna sanat yapıtı çerçevesinden yaklaşacak olursak daha da anlam kazanıyor bendeki tedirginlik. Dünya edebiyatlarına baktığımızda, Yıldızoğlu'nun kuramsal anlamda temellendirdiği görüşe karşı şu soruyu yöneltmek mümkün görünüyor; neden sıradan insanı arıyor bu yapıtlar? Boccaccio, Shakespeare, Dostoyevski, Balzac, Çehov, Thomas Mann, Yaşar Kemal neden durup durup sıradan insana bakıyorlar? Hatta tarihsel kişiliklere odaklandıklarında bile neden onların sıradan insan yönlerini öne çıkarmaya, görünür kılmaya çalışıyorlar? Yıldızoğlu'nun perspektifinden bu sorunun cevabını vermek kolay değil. Öncül olarak aldığı Hegel estetiği de bu soruya cevap konusunda ketum kalacaktır. Çünkü Hegel estetiği hiyerarşiye dayanan bir estetiktir ve üst kültür ürünü olarak ele aldığı yapıtlar ancak ve ancak kahramanlara, kahramanların kahramanlıklarına odaklanan, "yüce" kategorisince ele alınan konular olmalıdır. Sanat deyince Homeros destanlarının Agamemnon motifini ya da Iason ve Argonotlar seferini anlıyor Hegel.

Dolayısıyla konunun Yıldızoğlu'nun tartışmaya açtığı boyutu bizi şu soruya getiriyor: "Yaşam kurumların yaşamı mıdır, yoksa kişilerin yaşamı mı?" Bu soru karşısında Hegel, felsefesinin bütününe yayılmış "devlet" kavramının açımlanmasıyla, tam anlamıyla bir statüko olarak çıkıyor karşımıza. Bu anlamda onun Machiavelist bir katı kurum adamı olduğunu söylemek de mümkün (Zaten evrensel Hıristiyanlık mitosu da bu görüşü doğruluyor). Bütün aydınlanma felsefesinin en kritik sorusu olan "kişisel özgürlüklerle toplumsal düzen arasındaki çatışma" Yıldızoğlu'nun işaret ettiği sorunun kökeninde duruyor.

"Mustafa" filmi özelinde tartışmaya açılan konunun günümüz açısında önemini kavrıyorum, ancak bunun stratejik anlamda yarına bırakacağımız bir yönü olduğunu da düşünüyorum. Burada yaptığımız seçim bizi nereye götürecek bence daha çok bunu tartışmak gerekiyor.