Siyasal İslam’ı iktidara taşıyan “pasif devrim” süreci ilerliyor. Siyasal İslam bir taraftan, devlet organlarını, yasal sistemi, diğer taraftan, toplumda, devletle aile arasındaki alanda (“sivil toplum”) gündelik yaşamı, kültürel dokuyu sistemli ve emin adımlarla dönüştürmeye devam ediyor.
Siyasal İslam, hemen her toplumsal hareket gibi, aralarında nüanslar olan siyasal eğilimleri, sosyal-ekonomik sınıf ve tabakaları, kültürel özellikleri farklı olan kesimleri içeren karmaşık, ama organik bir bütünlük oluşturuyor. Bu yüzden karşısındaki güçler bu bütünlüğü kavramakta büyük zorluk çekiyorlar. Bu durumu bir grup körün bir fil ile karşılaşmasına benzetebiliriz. Her biri fil hakkındaki bilgilerini, tuttukları, dokunma duyularıyla algıladıkları parçasının özelliklerinden hareketle tarif edecekler, bütünsel bir kavrayışa ve betimlemeye, tüm bu algıları birleştirecek bir yöntem (prensip), bulamadıkları taktirde ulaşamayacaklardır.
Halbuki, siyasal İslam’ın birbirinden farklı özelikler taşıyan parçalardan oluşsa bile tüm bu parçaları aynı bedene ait kılan çok belirgin özelikleri mevcuttur.
Örneğin, yorumları birbirinden ne kadar farklı olursa olsun bu parçaların en azından şu noktalarda birleştikleri ve bu nedenle siyasi bir hareket oluşturdukları kolaylıkla söylenebilir.
1) Aydınlanma (ussalcılık, hümanizm, özgürleşme ve ilerleme, bilgiye varmada bilimsel ölçütlere dayanma) geleneğinden farklı ortak bir “hakikat rejimini” (genelde din özelde Müslümanlık, zaman dışında ve değişmez hakikatler) benimsemek.
2) Bu rejimden hareketle, bireyin bedeni üzerindeki öz denetim/kullanım hakkını, otonomi talebini yadsıyan, belli bir kadın erkek ilişkileri, ataerkil ve homofobik bir cinselliği, beden estetiğini benimseyen, bir biyo-politik rejimini savunmak
3) Toplumun ekonomik toplumsal üretim ve yeniden üretimi söz konusu olduğunda, sömürü kavramını dışlayan kapitalizmle hatta uluslararası kapitalizme (emperyalizmle) bağdaşan bir sistemi benimsemek/ arzulamak.
4) Ulus devletin yerine ve onun ufkunu aşmaya çalışmak, çelişkilerini ileri doğru çözmek yerine, daha öncesine ait cemaat anlayışına yönelmek, geriye doğru bir senteze yönelmek.
Bu ortak noktaların birlikte oluşturdukları bu karmaşık sistemle, solun hemen bütün tarihsel birikimi ve amaçları arasında uzlaşmaz çelişkiler olmasına karşın, parçalardan hareketle yaklaşım, solun çeşitli kesimlerinin siyasal İslam’la en azından iki noktada ittifak yapmasına, yada onun çekim alanına girmesine yol açtı. Böylece siyasal İslam’ın “pasif devrim” süreci hızlandı, toplumsal hegemonya kurma kapasitesi (olanaklarını) güçlendirildi.
Solun siyasal İslam’la ilişkiye girme ve destekleme sürecinde kabaca, ikisi doğrudan, üçüncüsü de dolaylı olmak üzere üç ana damar saptanabilir.
Birincisi: AB üyeliği arzusu, liberal demokrasi ve bireysel özgürlükler
İkincisi: Anti-Emperyalizm
Üçüncüsü: Emperyalizmi, neo-liberalizmi yadsıyarak mücadeleyi, salt baskı araçlarına indirgenmiş “ceberut” bir devlete karşı, demokratik reformlar platformuyla sınırlamak.
Birincisi siyasal İslam’ı, parlamenter ve “ılımlı” olarak tanımlanan kesimiyle kurdukları ilişki zemininde, bu parçasına indirgeyerek tanımlayan kesimden oluşuyor. Bu kesim, siyasal İslam’ın “dinini yaşamak”, kendi biyo-politiğini izlemek, hatta toplumda yaymak çabalarını, bireysel özgürlük talepleri, demokratik haklar olarak algılıyor ve bu nedenle, liberal demokratik bir çerçevede destekliyor, savunuyor. Böylece hem siyasal İslam’ın “bireysel haklar” bağlamında savunduklarının, bizzat, bireysel özgürlükleri tarihsel olarak gündeme getiren sürecin içeriğini, bireyin otonomisi, üzerine kurulu liberal demokrasinin özün yadsıdığını göremiyor. Böylece liberal sol, liberal olmayan, hatta liberal prensiplere düşman bir hareketle arasında diyalog alanı ve ilişki ağları kurmaya başlıyor. Burada açık seçik ütopyacı bir yaklaşım söz konusu. Liberal sol, küresel kapitalizmin krizinin derinleştiği, siyasal iktidarların zayıfladığı, emperyalist reflekslerin, uluslararasi rekabetin güçlendiği bir dünyada, farklı “hakikat rejimlerinin” bir arada yaşamasına olanak sağlayacak demokratik bir rejimin, sınıfsal özürlükler hızla kısıtlanırken, salt biçimsel bireysel özgürlülerin genişletilmesiyle (genişletilebileceğini kabul ederek) kurulabileceğine inanıyor. Demokratikleşme sürecinin, laiklik ve bağımsızlık kavramlarından soyutlanarak ilerleyebileceğine inanıyor. Bu tam anlamıyla, neo-liberal kapitalist modeli ve onun serbest piyasa- hedonist tüketim kültürünü destekleyen “fantezi” bir ütopya; kapitalizme karşı demokratik mücadeleyi destekleyen cinsten bir ütopya değil!
Örneğin, bu kesim, türbanın, bireysel haklar bağlamında savunulmasının, siyasal İslam’ın hegemonya sürecini desteklemek anlamına geldiğini göremiyor: Hegemonya sürecinde, ampirik bire nesne, kutsalın bulunduğu yere yükseltilir, bu hegemonya projesinin sahte toplumsal mükemmellik vaadinin realite içindeki taşıyıcısı, onun yerine geçen, fiziki simge, haline gelir (Laclau). Bir anlamda burada türban (parça), siyasal İslam’ın hegemonya projesinin (bütün) “metonimik” bir temsilcisidir.
İkinci akım ise siyasal İslam’ın, radikal, parlamento dışı, hatta silahlı mücadeleye eğilimli kesimiyle, anti emperyalist halk cephesi anlayışıyla, diyalog kurmaya çalışan sol (çoğu kez Stalinist) kesimlerde görülüyor. Burada da siyasal İslam’ın ABD ve İsrail karşıtı (çoğu kez Yahudi düşmanlığına varan) kesimleri, Irak, Lübnan, Filistin sorunları bağlamında, bu sorunlara gerçek çözümler üretme kapasiteleri hiç göz önüne alınamadan, ittifak nesneleri olarak görülüyor. Böylece burada, siyasal İslam’ın bu kesimlerine atfedilen anti- emperyalizmin, dini (farklı bir hakikat rejimi), zaman zaman ırkçı özellikleri görülmezden geliniyor. Siyasal İslam’ın radikal kesiminin tepkileri, solun bu kesimlerinde, içeriğine bakılmadan anti-emperyalist olarak tanımlanıyor ve destekleniyor, bunlarla siyasal ittifaklar aranıyor. Halbuki sol açısından emperyalizm, salt bir “yabancı” iktidarı değil, kapitalizmin ürünü olan bir “yabancı” iktidarı, sermayenin mekan düzenleme sürecinin siyasi ekonomik ifadesidir. Anti-kapitalizm, sol acısından bağlamda, hem “yabancı” iktidarına, hem kapitalizmin bunu getiren özelliklerine karşı ama en temelde, özgürlükler adına yürütülen mücadeledir.
Anti-emperyalizmin bu özelliğini gözden kaçıran, hatta zaman zaman batı-doğu ikilemi gibi Oryantalist bir söyleme boyun eğen, solun bu kesimi, özünde solun projesine en radikal biçimde karşı olan bir kesimle, sol arasında, bir diyalog alanı açıyor.
Siyasal İslam’ın farklı kesimleriyle kurulan bu ilişkiler, Gramsci’nin “trasformizmo” ve “moleküler özümseme” olarak tanımladığı süreçleri hızlandırıyor siyasal İslam’ın (bu tarihsel anda, ABD emperyalizmiyle birlikte çalışan ve neo-liberal projeyi benimseyen bir hareketin) gelişmesine karşı direniş olanaklarını hızla zayıflatıyor.
Solun, hem liberal eğilimden, hem de Stalinist popülist gelenekten “teorik” olarak uzak bir kesiminin siyasal İslam’la diyaloguna gelince, bu doğrudan değil bir seri dolayımdan geçerek kurulan bir diyalog.
Bu kesim, siyasal İslam’ı AKP’ye indirgiyor, egemen sınıfların özgürlük mücadelesi karşısında oluşturduğu tehdide karşı mücadele etmemeyi seçiyor. Buna karşılık AKP hükümetinin devletin parçası olduğunu, ABD ile organik ilişkilerini, ve ülkedeki sınıflar matrisinde egemen kesimi oluşturan “oligarşinin” iktidarının ifadesi olmaya devam ettiğini görmezden geliyor, böylece AKP’nin Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorununu çözme, AB üyeliğini gerçekleştirme, toplumu demokratikleştirme vaatlerini ciddiye alıyor, dahası bu talepleri, vaatleri ve “çözüm olasılıklarını”, sınıfsal dengelerin, bölgesel jeopolitik süreçlerin belirlediği dinamikler olarak görmek yerine, AKP’nin kimi özelliklerinden kaynaklandıklarına inanıyor. Bunlarla AKP’nin neo-liberal politikalarıyla, ABD inisiyatifine bağımlılığıyla, “Yeni-Osmanlılık” projesiyle, demokratikleştirme vaatlerinin uyumsuzluğunu, emekçi sınıfların ekonomik ve kültürel kazanımlarına verdiği zararı görmezden geliyor, ya da gündemin ikinci maddesi olarak kabul ediyorlar. Buna karşılık, salt baskı organlarına indirgenmiş bir devlet aygıtı hayal ederek, buna karşı savaşa öncelik veriyor, hatta, emperyalizme karşı her türlü tepkiyi milliyetçilik, faşizm olarak mahkum ederek, AKP ile laik gelenek (ulusal proje), emperyalizmle ülkedeki emekçi sınıfların çıkarları arasındaki çatışmada, Mao’nun bir ifadesini kullanırsak objektif olarak, AKP’nin yanında yer almış oluyor…
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
1 comment:
150’likler listesi
Sizce günümüzde güçlü bir devletin özellikleri arasında neler olmalı?
Şüphesiz bu özelliler arasında teknolojik, askeri ve ekonomik güç vardır. Ama güçlü bir devletin bir özelliği vardır ki bu güç kaynağı zamansızdır. Aynı güç kaynağı insanlar arasında da farklılık yaratır. Bir İnsanın bu özelliği diğerlerine nazaran daha belirgin ise, o zaman bu insan ön plana geçer. Hafıza belirleyicidir.
ABD dışişleri bakanlarından M. Albright bu ülkenin çıkarlarına karşı hareket edenler için “ABD’nin belleği sonsuzdur!” demiştir.
Büyük devletlerin belleğinin dostu ve düşmanları için sonsuz olması gerekmektedir.
Ya Türkiye’nin?!
Atatürk zamanında Türk devletinin belleği de sonsuzdu. O’nun “150’likler listesi” olarak anılan bu ilk memosunda isimleri yazılı 150 vatan haini, Türk vatandaşlığından çıkarılarak sınır dişi edilmiştir.
Devlet belleğinin sonsuz olması zamanında gerektiği gibi misilleme olanakları yaratır. “Uyumlu” misilleme politikaları devlet ciddiyetinin bir göstergesidir. Ciddiyetin diğer bir öğesi belirlenen uzun vadeli hedefleridir. Milli politika siyasi ihtiraslardan ve güncel politikalardan bağımsız olarak belirlenmeli ve istikrarlı bir şekilde takip edilmelidir. Bu balgamda güçlü bir devletin başarılı kadroları siyasi yelpazeden etkilenmeden görevlerine başarıları sürdüğü müddetçe devam etmeli.
Soruyu tekrar ele almak istiyorum:
Ya Türkiye’nin?!
Atatürk’ün listesinde yer alanlar 600 civarındaydı. Bir takım nedenlerden dolayı bu liste 150’ye indirildi. Dost artımı bilemem! Kesin olan Laik Türkiye Cumhuriyeti Devletinin içte ve dışta düşmanlarının artığıdır.
www.gurbuz.net
Post a Comment