60 yıldır kayıp olduğu sanılan 450 makara filmlik Kuran arşivi bulundu. Yüzlerce yıllık eski Kuranların fotoğraflarını içeren arşivin içindeki bilgiler, çok hasas tartışmalar yaratmaya aday...
İslamiyet’in kuruluş anlarına ait en önemli öykülerden biri “putların yıkılması”na ilişkindir. Bu kurucu jest, isteyenin istediği tanrıya tapınma özgürlüğünü şiddetle sona erdirir. Diğer bir değişle yüceye ilişkin görüş ayrılıklarından, dolayısıyla, iç tartışmalardan, dış eleştirilerden, patolojik ölçülerde korkunun, farklı yaşam biçimlerine karşı hoşgörü yokluğunun, Müslümanlığın genetik kodlarına işlenmiş olduğu söylenebilir.
“Tüm dinler böyledir”, diyebilirsiniz haklı olarak. Doğru saflık, mükemmellik varsayımı salt İslam’a ait bir özellik değil. Ancak İslam’ın çok önemli bir özelliği var. Tanrının mesajı bir elçinin ağzından, yaşam tarzından ya da eylemlerinden çıkarsanmaz İslam’da. Çıkarsanmasına gerek de yoktur. Mesajın tamamı, bizzat tanrı tarafından, bir melek aracılığıyla o ana kadar okuma yazma bilmeyen Peygambere dikte ettirilmiştir. Öyleyse bu indirilen metinleri içeren kitap, tanrının sözüdür. Mutlak, yüce, mükemmelliğinden “kuşku duyulamaz” bir söz. Değiştirilmesi, zamana uyarlanması, her hangi bir metin gibi insan aklının eleştirisine, çözümleme çabasına açılması söz konusu olamaz! Müslümanlar açısından, kitap mutlaktır, mükemmeldir, içeriği sabittir, tarihi yoktur, zaman dışıdır bütün zamanlar içindir.
Bu nedenle Müslümanlar, Kitaba yönelik bırakın eleştirileri, farklı okuma, hatta Arapça’dan başka bir dile çevirme çabaları karşısında bile büyük bir gerginlik, tedirginlik hatta kızgınlık duyarlar.
Şimdi yine böyle anlardan birindeyiz sanırım. Geçen hafta Wall Street Journal’da yayımlanan bir haber (“The Lost Archive”, 12/01/08) , 1930’larda Almanya’da Kuran’ın tarihini araştırmak amacıyla başlatılan bir proje kapsamında oluşmuş 450 makara filmin, sanıldığı gibi yangında kaybolmadığını 60 yıl sonra, tekrar ortaya çıktığını yazıyordu. Filmlerde, 7. yüzyıla kadar ulaşan bir zaman diliminde yazılmış çok sayıda kuran metinlerinin bir Leica makineyle çekilmiş fotoğrafları varmış.
Diğer bir değişle şimdi bu 1300 yıl boyunca yazılmış, okunmuş Kuran metinlerini karşılaştırarak, incelemek olanaklı. Sorun şurada ki, ya bu inceleme, ortaya 7.yüzyıldan bu yana değişen, evrimleşen kimi bölümleri farklı zamanlarda hatta farklı dillerde ve insanlar tarafından yazılmış, dolayısıyla bir tarihi olan bir metin çıkarırsa, ne olacak!
Tabii ki böyle bir sonuç şiddetle, sözcüğün tüm anlamlarında, eleştirilecek yadsınacak, kenara itilmeye çalışılacak. Ancak, 450 makara filmin gündeme, tüm dikkatlerin “uygarlıklar çatışması”, diyalogu bilmem nesi, özellikle de İslam’ın ılımlı olan yada olmayan versiyonlarının varlığı, hatta böyle bir ayımın olanaklı olup olmadığı üzerinde yoğunlaştığı bir dönemde geliyor olması son derecede önemli, bir o kadar da, İslam açısından da şanssız. Eğer bu 450 makara filmin içeriği çözüldükçe medya (küresel medya) ilgisini kaybetmez sonuçları aktarmaya, tartışma ortamı yaratmaya çalışırsa ne olacak?
Çalışmalar, Kuran’ın bir tarihinin olduğunu, güçlü kanıtlarla sergilerse, bu İsa’nın aslında çarmıha gerilmediğini, çoluk çocuğuyla yaşamaya devam ettiğini tarihsel belgelerle kanıtlamaya benzemeyecek mi? Dahası, Hıristiyanlığı kuran “olay” bizzat İsa’nın kendisi iken, İslam’ı kuran olay “kitabın ‘inmeye’ başlamasıdır”. Bu gün, İsa’nın tanrının oğlu olmadığını, yada olduğunu kanıtlamak olanaksız. Ama bir kez ele alındı mı Kuran’ın bir tarihi olduğunu, genel kabul gören metin analizi, dilbilim ve antropoloji yöntemleriyle kanıtlamak ya da yadsımak söz konusu olabilir. Kuranın bir tarihi olduğu tezi eğer yadsınabilirse, bu Müslümanlar açısından büyük bir zafer olur. Ama ya yadsınamazsa…
Denebilir ki ne olacak, Avrupa’da, İsa’ya ilişkin, varlığını, kutsallığını, “olayın” bizzat kendisini sorgulayan, araştırmalar, romanlar, TV dizileri, filmler (en son Da Vinci Code) yok mu? Var ama, Avrupa’da Aydınlanma ve Hümanizm geleneği de var: İnsan aklının her şeyi eleştirme hakkına, bireysel düşünce ve eylem özgürlüne sahip olduğunu kabul eden bir gelenek bu. Bu gelenek, Ateizmin, açıkça savunulabilir, inancın özel yaşama ait olduğunu, İncillerin sıradan metinler gibi irdelenebileceğini de kabul eder. Aydınlanma olayından sonra, din adamlarının kilisenin görevi bu tartışmalara katılmak ve kendi konumlarını, inançlarını savunmak, açıklamak, ateizmi ve diğer yaklaşımları tarihsel ve felsefi açıdan eleştirmek, böylece kamu oyu önünde var olmaya çalışmaktır, eskiden olduğu gibi muhalifleri, aykırıları, kiliseyi sorgulayanları (heretikleri, Ateistleri, cadıları vb…) engizisyona çekerek söylediklerini burunlarından getirmek, kanlarıyla canlarıyla ödettirerek susturmaya çalışmak değil.
İslam bu gelenekten yoksun. Tarih boyunca, özellikle eleştirel bilimsel yöntemden kuşku duymuş bir geleneğin egemenliği söz konusu. Bu gelenek Müslümanların dinlerini modern zamanların yöntemleriyle savunma, kendilerini koruyacak söylemleri geliştirme becerilerinin ve kapasitelerinin çok büyük ölçüde geri kalmasına neden oldu. İslam’ın içinde çok çaplı bir felsefe ve din bilimi kültürü geleneği bu alanlarda güçlü düşünürleri var. Ama bu düşünürler bu güne kadar Kitabı modern zamanların rasyonel eleştirilerine karşı savunacak ne cesareti ne de beceriyi sergileyemediler, büyük olasılıkla bu işe uygun silah (kılıç ve bombayı kast etmiyorum) ve yöntemlerden yoksunlar.
Gerginlik, eleştirileri görmezden gelmek, yada Batı’nın komplosu olarak görüp (ki olabilir de- ama bu cevap verme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz) tartışılmasın engellemeye çalışmak da bundan kaynaklanıyor. Ancak 21. yüzyılda, bilginin bu kadar büyük bir hızla yayıldığı bir dünyada, eleştirilerden, tartışmadan kaçmaya çalışmanın bir anlamı yok, olanaklı da değil. Kolları sıvayıp insanlığa çok zengin bir felsefi, antropolojik ve teleolojik katkı yapmanın, derin tarihsel kültürel mirası onurla sergilemenin tam sırası.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment