“İlhan Selçuk’u kaybettik” diyordu gelen haberler. İlhan Selçuk’u kaybetmedik diye düşündüm. Arkasından da ölümünü değil, yaşamını…
Kimileri özne olarak yaşar, kimileri de birey. Birey yaşamını, bütünlüklü olarak bir türlü tasarlayamadığından, hayal edemediğinden asla değerlendirmez; öldüğündeyse artık çok geç olmuştur. Yaşamını değerlendirmek başkalarına düşer. Özne, yaşamının geri kalanının nasıl olması gerektiği üzerinde düşünür, karar verir ve bu karara sadık kalır. Yaşamının tamamını, tamamlanmadan değerlendirir, bunu başkalarına bırakmaz; ona göre yaşar. Kendisine sunulan seçenekleri, hazır olanı kabul ederek değil. Gerçekliği kabul ederek değil, gerçekliğe doğru durarak: Çünkü, önce her şeyden kuşku duyulacaktır…
Özne hep sorunludur, huzursuzdur, sürekli eleştirir, ‘yapı’yla çelişir, yapmak istedikleri çoğu kez ‘yapı’nın istikrarıyla, yaşamıyla uyuşmaz. Israr eder. Sadakati vardır, güçlüdür, rüzgârın önünde eğilmez; herkesi bu sadakatin hakikatine kazanmaya çalışır. Rahatsız eder, sinir bozar, ama düşmanlarında bile hayranlık uyandırır. Bu yüzden düşmanları ona saldırmak için çoğu kez birer zavallı konumuna, gülünç durumlara düşmeyi dahi kabul eder.
İlhan Selçuk, bir özne olarak yaşadı. Bu, 1923 olayının, Aydınlanma’nın hakikatinin öznesiydi: Sapere Aude! (Sorgulamaya cesaret et!) Eğilmedi bükülmedi, kırılmayı göze aldı.
Önüne gelen birçok “yeni”nin aslında, tarihin çoktan eskimiş, çürümüş molozlarından kurulan, derme çatma yapıntılar olduğunu biliyordu, birçok “yeni”nin de hiçbir iz bırakmadan hemen yok olup gideceğini de…
İlhan Selçuk, bir “Renaissance Man”, diğer bir deyişle bilimden felsefeye, sanattan siyasete, tarihten mitolojiye, her konuyla ilgili, her konuda söyleyecek sözü olan bir insan olarak yaşadı. Hem de sözünü, Pencere köşesinde, Wittgenstein’in “Söylenebilecek her şey açıklıkla söylenebilir” saptamasını, her seferinde yeniden kanıtlayan bir titizlikle söyleyerek.
Bu zengin bir yaşamdı, iddialı bir yaşamdı, ısrarlı bir yaşamdı ve en önemlisi onurlu bir yaşamdı. Ne yaptığını bilen, kendisiyle barışık bir insanın yaşamıydı. Bu, veda mektubunda şakayla, ironiyle ve büyük bir iç rahatlığıyla dile getirdiği gibi, yaşama son derecede bağlı, ama her an kolaylıkla bırakıp gidebilecek kadar içi rahat bir insanın yaşamıydı.
Ama kolay bir yaşam değil. Zamanın ruhundan, işkenceden, ölümlerden, darbelerden, ihanetlerden, sırtlanlardan, terk edilmelerden, terk etmelerden, geride bırakmalardan payını almış bir yaşam…
İlhan Selçuk dünya görüşünü, siyasi çizgisini kıskançlıkla korurdu. Ama ilk karşılaşmamızdan başlamak üzere, her zaman, yeni görüşleri herkesten önce yakaladığını, elden geçirdiğini, asla tümüyle değerlendirmeden karar vermediğini, büyük bir saygıyla izledim.
Farklı görüşlere sahip olduğumuz konular az değildi. Ama Aydınlanma geleneğine ve “23 Olayı”na sadakat, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkeleri bizi, her zaman, hep bir noktada birleştirdi.
İlhan Selçuk, çok kararlı hatta tavizsiz bir savaşçıydı. Çelik gibi bir iradesi vardı. Ama çok sevecen, yumuşak ve dost bir insandı aynı zamanda. Onu tanıdığım 18 yıl boyunca, bu kadar ince bir çizgiyi, adeta usturanın ağzında yürürcesine sürdürmeyi başarmasını şaşırarak ve itiraf etmeliyim ki imrenerek izledim.
İlhan Selçuk’u kaybettik diyor gelen haberler. İlhan Selçuk’u kaybetmedik diye düşünüyorum. Ben onun yaşamını düşünmek istiyorum, ölümünü değil. Ve o ölmemiş, bir gün çıkıp gelecekmiş gibi yaşamayı…
No comments:
Post a Comment