AKP hükümetinin dış politikası üzerine Türkiye içinde ve dışında yoğunlaşan tartışmaları izlerken aklıma, psikanalist Jacques Lacan’ın, yalnızca köpeği Justin’in, onu asla bir başkası sanmadığına (yanlış-tanımadığına - E.Y.) ilişkin sözleri geldi. İnsanlardan farklı olarak, köpek ideolojiye, fantezilere sahip değil de ondan.
Düş kırıklığı…
ABD ve AB’de dış politika yönetimlerinden Türkiye’deki liberal entelektüellere kadar geniş bir çevre, AKP hükümetini, Tayyip Erdoğan’ı arzularını gerçekleştirecek “şey” olarak gördü. Erdoğan değişmişti, Milli Görüş’ü terk etmişti. AKP, Hıristiyan Demokrat Parti gibi bir şey oluyordu, Türkiye’nin AB üyeliğini gerçekleştirecekti, ülkeyi demokratikleştirecekti, Kürt sorununu çözecekti. En önemlisi, asker vesayetine son verecekti. Türkiye’nin 80 yıllık içe dönük dış politikası da sona eriyor, Türkiye geleneksel nüfuz alanlarına geri dönüyor, Irak’ın işgalini destekliyor, Türkiye siyasal İslamın Batı’yla, demokrasiyle uyuşabileceğini kanıtlıyordu. Bu “değişime”direnenler, ulusalcı, fanatik ve darbeciydi.
Halbuki, Erdoğan ısrarla “Ben değişmedim” diyordu. Ilımlı İslam kavramını reddediyordu. Devleti nefret nesnesi bellemiş liberaller, İslamın devleti arzulayan bir din olduğunu, kendine has bir “hakikat rejimi”, buna uygun bir“bio-politiği” olduğunu, bunları topluma dayatmaktan kaçınamayacağını göremiyorlardı. Günü gelip de AKP-liberaller ittifakının (A takımı filan) bir fantezi olduğu kendilerine başbakan tarafından, uygun bir dille, “sevsinler sizi” ifadesiyle anımsatıldığında da “üç maymunları” oynamayı seçtiler. Irak işgali sırasında yüz binlerce insan ölürken de…
Zamanla AB üyeliği suya düştü. Demokratikleşme beklentisi yerini, giderek artan totaliter eğilimlere, milliyetçi söylemlere ilişkin korkulara bıraktı. Kürt sorunu tabii ki çözülemeden kaldı, Kürt siyasi yapılarıyla diyalog alanı genişletilemedi, ölümler dahi azaltılamadı. Dış politikada, milliyetçi, emperyal reflekslerin etkileri ortaya çıkmaya başlayınca da son haftalardaki duruma geldik:
İran’la uranyum takas anlaşması, Mavi Marmara olayı, Birleşmiş Milletler’de, İran’a yönelik yaptırımlara hayır oyu, “İsrail destekli uluslararası basın da aynı şeyi söylüyor. Talimatı aynı yerden alıp yaygara yapıyorlar”suçlaması, yakında Kudüs başkent olacak, hep birlikte Mescidi Aksa’da namaz kılacağız iddiaları…
Milliyetçi fantezilerim olsaydı…
Aslında, tüm bu görüntüye bakıp sevinmem gerekirdi eğer milliyetçi fantezilerim olsaydı. Öyle ya, Türkiye ABD ve Batı karşısında bağımsız bir tutum alıyor, büyük güçlere karşı İran’ı koruyor, Gazze’ye sahip çıkıyor, Ortadoğu’nun liderliğine soyunuyordu. Hatta yakında Aksa’da namaz kılacağız ifadeleri, imparatorluğun, fetih (ardından namaz) geleneğini anımsatıyordu. Hele söz konusu kent Kudüs olunca…
Gerçi, “Talimatı aynı yerden alıp yaygara yapıyorlar” suçlaması antisemitizm kokuyordu, “Türk Arap’sız yaşamaz” diyen şiir de Arap’ın beden ve kafa, Türk’ün ise uzuv olduğunu söylüyordu. “Aynı-kan” iddiasının, ulusal, tarihsel köklerimizi yadsıması tatsızdı ama bunlar, bir imparatorluk adayının “barbarları” pohpohlayarak“yumuşak gücünü” konsolide etme çabası olarak da görülebilirdi.
Ama milliyetçi fantezilerim olmadığı için iki nedenle kaygılanıyorum. Birincisi, uluslararası ilişkilerde, devletleri/ülkeleri birer kara kutu gibi görüp aralarındaki ilişkileri, kutunun içinde olanlara bakmadan anlamaya çalışmak sonunda, ciddi, siyasi ve ahlaki sorunlara yol açıyor.
Bir ülke, bir coğrafyada nüfuz alanı oluşturmaya karar verdiğinde, bu kararın oluşmasında o ülkenin egemen sınıflarının ekonomik çıkarları, ülkelerindeki muhalefeti susturma çabaları belirleyici rolü oynuyor. İnsani, dini, etnik gerekçeler her zaman “yanlış-tanımalara” dayalı, “hareket ettirici” (kışkırtıcı) araçlar olmaktan öteye geçmiyor. Başarı, hemen her zaman egemen sınıfların hanesine ekonomik siyasi kazanç olarak yazılırken ülkenin ve bölgenin halklarının payına kan ve gözyaşı düşüyor.
İkincisi, jeopolitik analizler, aslında realitenin bir çerçevesini çizmekten öte bir işe yaramıyor. Bu realiteye müdahale etmek isteyenlerin, bu realiteyi oluşturan maddi güçleri (sınıfları), bunları birbirine bağlayan ya da karşı karşıya getiren ekonomik- simgesel sistemleri bu çerçeve içinde çözümlemeleri gerekiyor. Bu çaba içinde de müdahaleye niyetli olanın taşıdığı sadakatler (bakış açısı-nihai amacı) büyük önem kazanıyor. Bu gerçeği unutarak siyasi tutum geliştirmek, vahim “yanlış-tanımalara”, niyetlerin tam aksi yönde, çok riskli sonuçlara yol açabiliyor.
Yanlış-tanımanın yalnızca bir ilacı var. Her önüne getirilene, “Neden böyle de başka türü değil” (Lenin) sorusuyla yaklaşmak gerekiyor. Lacan’ın “O bunları söylüyor ama aslında ne söylüyor?” sorusu da çok yararlı bir başlangıç noktası oluşturabilir. Özellikle, dinci, milliyetçi ve sosyalist reflekslerin örtüşür göründüğü anlarda…
No comments:
Post a Comment