Geçen hafta, ‘Zaman’ yazarlarından Ömer Taşpınar’ın, bir yazısını (Türkiye’nin Marksist Analizi-I ) değerlendirirken ikinci kısmını beklemeye gerek duymadan iki saptama yapmıştım:
“Tüm savları iflas eden liberal ‘düşünür’ son bir çabayla, ekonomik determinizme dayalı bir ‘apologia’ya (savunmaya) sarılmayı deniyor. Aklınca kapitalizmi… eleştirenleri, kendi silahlarıyla vuracaktır. Bunlar arasında anlamadığı bir konuda konuşmakta olduğunu bir süre başarıyla saklayabilenlere rastlanabiliyor… Taşpınar bunlardan biri değil.”
Birinci bölüm “yazının ikinci bölümünün, AKP iktidarını, Türkiye’de siyasal İslamın yükselişini doğallaştıran, Marksistlere de ‘ilerleme’, ekonomik belirleyicilik adına kabul ettirmeyi amaçlayan bir ‘apologia’ olacağı izlenimi yaratıyor”.
Cehalet devam ediyor
Taşpınar’ın bu saptamalarından ne öğreniyoruz: (1) Özal Türkiye’de burjuva demokratik devrimini tamamlayan adamdır - 12 Eylül darbesi de böylece yeni, hatta ilerici devrimci bir anlam kazanmış oluyor. (2) Özal’dan sonra Türkiye’de artık yeni bir üretim tarzı vardır. Burada, eğer üretim tarzı Marksist terminolojiye göre kullanılıyorsa, bizim de “Özal’dan önce Türkiye’de kapitalizm yoktu!” sonucuna ulaşmamız gerekir.
Hadi gelin Taşpınar’a, bu saçmalık çukurundan çıkması için bir ip atalım. Acaba, Taşpınar, “Türkiye’de, Özal’dan önce kapitalizm egemen üretim tarzı değildi; Özal’dan sonra egemen hale geldi” mi demek istiyor? Ama bu Marksist bir ip olacağından, tutunsa bile çıktığı yerde Taşpınar, kendini, kapitalizmi, tek bir piyasa (serbest piyasa) modeline indirgemiş olmanın gülünçlüğüyle karşı karşıya bulacaktır: 1930’larda ABD’deki, 1960’larda Almanya’da, İngiltere’deki üretim tarzı kapitalist değil miydi? “Hiç olmazsa git Polanyi oku” diyeceğim ama…
“Git Hegel oku” da dememiz gerekiyor, “Hegelci ilkeye göre her tez kendi antitezine dönüşür” saptamasını okuyunca. Çünkü Hegel’de (çok kaba bir betimlemeyle) tez ve antitez birlikte bulunur, buradaki diyalektik ilişkiden bir sentez ortaya çıkar. Tez ve antitez, zıtların birliği ilkesine aittir; bir tarafı olmadan öbürü var olamayan bir birlikteliğe işaret eder. Örneğin, kapitalist (burjuva-sermaye) işçiye (proletarya-emek) dönüşmez. İkisinin, çelişikli birliği (varlığı), her ikisini birden, aynı anda tanımlar.
Kafa karışıklığı da
Peki, bu saptamalardan ne anlıyoruz: “Yeni üretim tarzının” doğuşunu gerçekleştiren “büyük dönüşüm”ün arkasında, ekonomik dinamikler, sınıf mücadeleleri filan yok. Aksine Özal’ın, bir siyasetçinin (bir darbe sayesinde), uygulamaya koyduğu yasalar/reformlar var. ‘Yeni üretim tarzının’ arkasında tek bir adam ve onun tasarımları (yasalar ve reformlar tasarlandıkları noktada, kültürel alana aittirler - Taşpınar’ın ikilemine göre) var. Çünkü Taşpınar, bunları hangi sınıf mücadelesinin gündeme getirdiğini bize söylemiyor.
Diğer bir deyişle, Taşpınar, kendi, kurduğu ikilemde, “Kemalistlerle”, Özal’ı aynı yere (kültürel devrimciler kategorisine) koymuş oluyor. Dahası, Taşpınar’a göre bugün Özal reformlarına sahip çıkan sınıf, bizzat Özal reformları (kültür) tarafından yaratılmış bir sınıftır. Olabilir, bunu (yeni bir sermaye birikim -üretim değil!!!!- tarzının, ek olarak yeni sınıflar da yaratmasını) kabul etmek zor değil. Ama bu sınıfın burjuva devriminin temsilcisi olduğunu ima etmek, önce devrimin (Özal eliyle) geldiğini, ilgili sınıfın, hatta ilgili ‘üretim tarzının’ bu devrimi arkadan izlediğini söylemek olmuyor mu?..
Neyse kafanız karıştıysa fazla takılmayın. Çünkü, Taşpınar’ın yazısı, AKP iktidarını, Türkiye’de siyasal İslamın yükselişini doğallaştıran, Marksistlere de “ilerleme”, ekonomik belirleyicilik adına kabul ettirmeyi amaçlayan, üstelik de çok amatör, bir ‘apologia’ dan başa bir şey değil. Tek ilginç yanı, liberalizmin özgüvenini, bir “çakma Marksizm”e sığınacak kadar yitirdiğini sergilemesi.
Ha bir şeyi daha sergiliyor: “İmparatorluğun” en mutena düşünce kuruluşlarındaki, harp akademilerindeki, entelektüel düzeyi…