Thursday, June 05, 2008

Büyük Haksızlık

(Cumhuriyet 04.06.2008)

Ben aslında bugün, yükselen güç Çin’in deprem felaketine karşı nasıl hiç vakit geçirmeden, büyük çaplı ve verimli bir müdahaleyi devreye sokarak dünyanın takdirini kazandığını, bu tavrın, gerileyen bir hegemonyacı güç olan ABD’nin Katrina felaketi karşısındaki zavallı tepkisinden ne kadar farklı olduğuna ilişkin bir yazı yazacaktım. Ama geçen hafta Dışişleri Bakanımız Sayın Babacan’a yapılan büyük haksızlık karşısında sessiz kalamayacağımı düşündüm.

Laikçilerin göremediği…
Sayın Babacan Avrupa Parlamentosu’nda konuşurken “Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor” dediği için adeta büyük medya tarafından çarmıha gerildi.

Halbuki Sayın Babacan Türkiye’nin üyeliğini geciktirerek demokrasinin gelişmesini tehlikeye atan, darbe tehlikesi karşısında AKP’yi yeterince desteklemeyen Avrupa’yı uyarıyordu. Müslümanların dini özgürlükleriyle ilgili sözleriyse son derecede doğruydu.

Bakın belki siz, kökten laikçi olduğunuz için anlamakta zorluk çekiyorsunuz ama Türkiye nüfusunun yüzde 99’unu oluşturan Müslüman ahali dinini istediği gibi yaşayamadığı için büyük zorluklara ve sıkıntılara katlanmak zorunda kalıyor. Müslüman çoğunluğun da dini özgürlüklerle ilgili sorunlarına ilişkin en az, evet en az on örnek verilebilir. Buyurun dikkatle ve ibretle okuyun.
Baskı ve zulüm dünyasında gezintiler
• Bu ülkede hâlâ kadınlar başları açık, ayak bileklerini, bacaklarını göstere göstere dolaşabiliyorlar. Bakın yaz geliyor; şimdi açık saçık dolaşacaklar, erkeklerle birlikte neredeyse çırılçıplak denize girecekler.
• Bu ülkede kadınlar, erkekler şortla, mini etekle dolaşabiliyorlar
• Hâlâ insanlara pantolon takım elbise giyme konusunda baskı yapılabiliyor.
• Bu ülkede kadınlar hâlâ kahve, sinema hatta lokanta gibi yerlere yanlarında erkek olmadan gidebiliyorlar, bazen tek başlarına bile gidenler oluyor.
• Topluca gidilen yerlerde, otobüslerde, trenlerde uçaklarda hâlâ kadınlar ve erkekler aynı mekânı paylaşmaya zorlanıyorlar.
• Bu ülkede lokantaların üçte ikisinde hâlâ içki servisi yapılabiliyor.
• Bu ülkede, genç erkekler ve kızlar sokaklarda el ele, kol kola dolaşarak zina yapabiliyorlar. Kimi zaman öpüşenler bile oluyor.
• Hâlâ Müslümanlara illa tek eşli olacaksın diye baskı yapılıyor; erkekler imam nikâhının yanında bir de resmi nikâh yapmaya zorlanıyorlar.
• Bu ülkede hâlâ boşanırken ya da miras bölüşülürken kadınlara, sanki erkeklerle eşitlermiş gibi davranılıyor.
• Bu ülkede belli bir yaşın altındaki kızlarla, örneğin dokuz yaşındakilerle evlenmek hâlâ yasak.
• Bu ülkede bayram bahanesiyle 8-9 yaşındaki kızların göbeklerini açarak dans etmelerine göz yumuluyor.
• Kız-erkek karışık eğitimde ısrar ediliyor.
• Bu ülkede hâlâ okullar cuma günleri topluca namaza gidemiyorlar.
• Bu ülkede aileler, çocuklarını dimağlarının en temiz ve taze olduğu zamanda Kuran kursuna değil de laikçi okullara göndermek zorunda bırakılıyor.
• Hâlâ ramazan ayında oruç tutmayanlar var.
• Hâlâ devlet, maktulün ailesinin katili affetmeye hakkı olduğunu göremiyor. Bu konuda illa ben cezalandıracağım diyerek baskıcı antidemokratik uygulamalarına devam ediyor.

Bu ülkede kadınlar hâlâ feminist iğrençliklerin etkisi altında kalarak, erkeklerle eşitmiş gibi davranmaya, erkekleri tahrik ederek günaha sokmaya devam ediyorlar, sokaklarda televizyonlarda katlanmak zorunda kaldığımız cehennemde yanası öbür sapıklıklardan söz etmek bile istemiyorum, midemi bulandırıyorlar.

Görüyor musunuz? Bu gerçekleri sayıp dökmeye başlayınca, her zaman haksızlıklara karşı çıkmış, bireysel özgürlükleri savunmuş biri olarak, ben de sinirlenmeye, tarafsızlığımı kaybetmeye, liberal duyarlılıklarımı terk etmeye başladım.

Sayın Babacan haklı! Tüm bu baskı ve eziyetlere katlanarak yaşamak zorunda kalmak, dini özgürlüklerde çok önemli hatta vahim sorunların olduğunun kanıtı değil mi? Bence bu gerçekleri Avrupalılara çok daha açık, hatta tüm çıplaklığıyla anlatmak gerekiyor ki aslında neyi tartıştığımızı iyi kavrasınlar.

1 comment:

Engin Kurtay said...

http://www.haberler.com/darbe-
karsiti-yuruyuste-gozalti-haberi/


SOROS BEBELERİNİN GÖSTERİSİNDE YAPTIĞIM “PROVOKASYON” EYLEMİ



Genç Siviller adlı hareketin 21 Haziran’da düzenlediği Darbelere Karşı Demokrasi yürüyüşünü iki gün öncesinde basından öğrendim. http://www.gencsiviller.net/ sitesinde ve linklerinde yaptığım incelemede, aynı platformun daha önce Gülhane’de düzenlediği toplantının haberlerini gördüm.



Cumhuriyet rejimini Osmanlı baskı rejiminin devamı, kendilerini de özgürlükçü-demokrat Gülhane Hatt-ı Humayun’un devamı gören hareket, şimdilerin modası yeni-osmanlıcı ideolojiyi pazarlamak üzere akademik kısve altında 1923 Devrimi’ni karalama kampanyasıydı. Yapı-bozumcu tarihsel eleştiri tarzına uyan bu perspektifin devamında da “bütün darbelere hayır” diyorlardı.



Yapı-bozumcu tarihsel eleştiriyi basitçe açıklarsak: her devlet ideolojisi (örneğin milliyetçilik), kuruluşunu borçlu olduğu devrimden önceki rejimlerle arasında radikal bir uçurum varmış gibi gösterir, ama aslında böyle bir uçurum yoktur, her rejim bir öncekinin öyle ya da böyle devamıdır. Öyleyse yapı-bozumcu perspektiften bakınca “devrim” imkansızdır, yeni rejimin yarattığı bir algı yanılmasıdır, baskıcı resmi ideolojinin bir söylemidir. Devrim yoktur, olsa olsa evrim vardır. Devrim olgusunu yadsıyan bu akademik anlayış, bir yandan devrimciliği “halka rağmen halk için” seçkinciliği ile suçlarken, öbür yandan “deve hendek atlamaz” argümanıyla hasıraltından düpedüz iki yüzlü, daha feci bir seçkincilik yapar.



Gülhane toplantısında da yine bu perspektiften hareketle “bütün darbelere hayır” diyen konuşmacılar – ki Boğaziçi Üniversitesi’nde hocam olan bazıları şimdi Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor – devrim ile darbeyi yanı kefeye koyuyorlardı: yani Osmalı “istibdat” rejiminden başlayarak, hem 23 Nisan’ı (1923), hem 27 Mayıs’ı, hem 12 Mart’ı, hem 12 Eylül’ü, hem 28 Şubat’ı, hem de en son Yargıtay Başsavcılığı’nın açtığı Kapatma Davası’nı bir kefeye koyuyorlardı.



Usta retorikle (laf cambazlığıyla) yürüyen bu –sözde- felsefi argümanlara öğrencilik yıllarımdan alışkındım. Bu tür yapı-bozumcu eleştirilerde her zaman açıkça söylenmeyen, ağızdan çıkmayan bir bakla vardır. Eleştiri asıl varılmak istenen noktayı söylememelidir – ki eleştirinin yapı-bozumcu, siyaset-üstü, ideoloji-dışı özelliği kaybolmasın... Bakla da genelde eleştirinin alaycı (ironik) tarafına gizlenmiştir. Post-Yapısalcılığın ideolojik olmadan, lafla ve pratikle yürüttüğü bu ideolojiye, Sloven felsefeci Zizek, “sinik” (cynical) ideoloji adını verir.



Örnek: Genç Siviller platformunun “bütün darbelere hayır” sloganında ne söylenmek istenmektedir? Abdülhamit istibdat rejimine herkes karşıdır, 12 Mart’a ve 12 Eylül’e de herkes karşıdır. Bugün 12 Mart için de, 12 Eylül için de kimse yürüyüş yapmaz, çünkü 12 Mart’ın da 12 Eylül’ün de sonuçları bellidir ve bu iki olayı bugün Türkiye’de açıktan savunan kimse yoktur.



Ne var ki, her siyasi söylem, ancak karşısında yer alacak başka bir söyleme karşı anlam bulur ! Öyleyse Genç Siviller’in “bütün darbelere hayır” sloganıyla reddedilen nedir? 12 Mart ve 12 Eylül’e sahip çıkan bir söylem bulunmadığına göre ? 27 Mayıs; 23 Nisan... ve tabii günceldeki Kapatma Davası...



Söylenmeden söylemek istenen budur: içeriği tartışmadan hepsini aynı kefeye koymak, 12 Mart ve 12 Eylül’den farklı toplumsal sonuçlar getirmiş (ve getirecek olan) diğer üç olayı da “darbe” gibi algılatma çabasıdır ! Çünkü bugün Türkiye’de hala açık açık 23 Nisan’ı yermek zordur, toplumun büyük kesimi hala Cumhuriyet’in kazanımlarına bağlıdır. Kapatma Davası’nı ise tartışmak, dava sürmekte olduğu için zaten suçtur, Hukuk’a aykırıdır.



Genç Sivillerin tek başına içi boş bir kavram olarak kullandığı “demokrasi”, pratikte devlet ve hukuk rejiminin belirlediği kurallar içinde işletilir ve somutlaşır. Yürüyüşün asıl hedefi ise demokrasi değil, Devrim ile kurulmuş halihazırdaki rejim ve kurallarıdır. Dürüst tutum, daha çok demokrasi nasıl bir rejim ve kuralları içinde işletilebilecekse onu tanımlardı ve onu talep ederdi (bu bakımdan, AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini kısma girişimi, Genç Siviller hareketinden bile daha dürüsttür).



İşte “provokasyon”, bu açıkça söylenmeyeni doğrudan açık ettiğinizde gösterilen tepkiyi tartmaya yaradı: elime bayrağı alıp kalabalığın içine daldığımda tam da söylenmeden ima yoluyla hedef yapılan şeyi gösterdiğim için tepki aldım:



- Demokrasi için, ÖNCE TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE ! Bu çok açık mantıksal bir gerektirmedir. Hangi sömürge demokratiktir ? Bağımlı iseniz, özgür seçimden ve demokrasiden nasıl söz edersiniz ?



- Demokrasi için, NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE ! Bu da çok açık mantıksal bir gerektirmedir: aynı dili konuşmadan ortak sorunlar nasıl çözülebilir ? Demokrasi de, eğer sorunlar ortak ise ya da sorunlar ortaklaşa çözülmek isteniyorsa vardır. Sorunlarda ve çözümde ortaklık ise, aynı dili konuşarak mümkündür. TÜRKLÜK, dil ve coğrafya ortaklığıdır, yani sorunların ortaklığıdır.



T-Shirtümün önünde ve arkasında yazan bu iki “provokatif” sloganı söylüyordum. Kortejin önüne yaklaştıkça tepkiler arttı. En öndekiler (herhalde “önderler” onlardı) çok rahatsız oldular, yanlış yere geldiğimi, gitmemi söylediler. Doğru yerde olduğumu söyleyip sloganları yineledim. Basın mikrofon uzatmaya, kim olduğumu, neyi savunduğumu sormaya başlayınca tam çileden çıktılar, saldırdılar. Bir adam önüme, basınla arama geçip beni geri itmeye çalıştı ve basına benimle ilgilenmemelerini, yürümeye devam etmelerini söyledi. Bazıları üzerime saldırırken bazıları da “bırakın, oyuna gelmeyin” diyordu. Öfke ve nefret içinde ne tepki vereceklerini şaşırdılar. Bu iki slogana ve bunların simgesi olan elimdeki Türk bayrağına (orada görebildiğim kadarıyla elinde bayrak olan başka kimse yoktu) tahammül edemediler.



Sonra iki polis gelip beni Asmalı Mescit Sokağı’na çektiler. Kalabalığın linç girişimine karşı koruma amacıyla beni aldıklarını söylediler ve yürüyüş bittikten sonra Polis Merkezinden ayrılmama izin verdiler.