Thursday, August 18, 2011

Sokaklar ve ‘barikatın’ öbür tarafı


İngiltere’yi sarsan isyanlarla ilgili tartışmalar, sokaklardakileri anlama çabaları üzerinde yoğunlaşıyor. Ama, “barikatın” öbür tarafına, iktidardakilerin sergiledikleri davranışlara da bakmak gerekir.

‘Kaos’ eğilimleri ve karşı etkenler
Pazartesi yazımda aktardığım araştırma, gelişmiş ülkelerde kamu harcamalarında yapılan kesintilerle toplumsal huzursuzluklar arasında tarihsel olarak çok güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koyuyordu. Ancak araştırma, parlamenter demokratik sistemleri, kurumsal yapıları güçlü, halkın hukuk düzenine, devletin bağımsızlığına güveninin yüksek olduğu ülkelerde bu ilişkinin ortadan kalkmamakla birlikte, zayıfladığını düşündürüyordu.

İngiltere’de Muhafazakâr - Liberal koalisyon hükümeti, mali piyasaların baskılarına boyun eğerek, bütçede, eğitim, sağlık, belediye hizmetleri ve güvenlik (polis, yargı sistemi vb.) alanlarına ayrılan fonlarda kesintileri derinleştirerek hızlandırmıştı. Ayaklanmaların hemen ardından, hükümet ekonomi politikasında değişiklik yapmayacağını vurguladı. Öyleyse, bu ayaklanmaların arkasındaki maddi koşullar var olmaya devam ediyor. Bu koşularda bu tür ayaklanmaların tekrarlanma olasılığını azaltmak, demokratik sistemin, kurumsal yapıların, güvenlik örgütünün, halkın devlete ve sisteme olan güveninin gücüne bağlı kalıyor.

İngiltere, parlamenter demokratik sistemi, geleneği, kurumsal yapılarının gücü, halkın hukuk düzenine, devletin tarafsızlığına inancı açısından en eski ve istikrarlı kapitalist ülkelerden biri.

Güven sorunu... 
Ancak daha isyanlardan önce bir seri gelişme İngiltere’nin demokratik kurumsal yapısının, “ideolojik evreninin” sarsılmakta olduğunu gösteriyordu.

Mali krizde, işsizlik artarken, insanlar evlerini kaybederken, batık bankalar kurtarılırken, bankacıların akıllara zarar büyüklükteki ikramiyeleri, toplumda oluşan öfkeye aldırmadan almakta ısrar etmeleri büyük “infial” yaratmıştı. Milletvekillerinin harcamalarında yaptıkları yoksuzluklarla, medya sektöründe patlak veren telefon dinlemeleriyle, polise yapılan ödemelerle ilgili skandallar; koalisyon partilerinin seçimlerden önce verdikleri sözlerden, seçimlerden sonra vazgeçmeleri, toplumda büyük tepkilere yol açıyor, demokrasiye ve kurumlarına olan güveni sarsıyordu.

İsyanlarda yanan, talan edilen binalar, Observer’den Will Huttton’un işaret ettiği gibi toplumsal “özgüveni” (yapının istikrarı için gerekli mutabakatı), İngiliz kimliğine ilişkin varsayımları kökünden sarstı. İsyanlar, katılanların kimlikleri belli olmaya başlayınca, “toplumun başına bela” unsurların kimliklerine (“yabani siyah gençlik, çeteleri”) ilişkin varsayımları da sarstı.

Olaylardan önce, ayaklanmanın “omurgasını” oluşturan toplumsal kesimlerin polise güveni son derecede düşük bir düzeydeydi. Ayaklanmadan sonra, polise olan güvenini kaybetme sırası bu kez orta ve üst sınıflarda, yönetici seçkinlerdeydi.

Bu kesimlere göre, polis zamanında müdahale etmemişti, dükkânlar yağmalanırken seyretmişti, yeterince polis yoktu; Başbakan’ın deyişiyle polis isyanlar sırasında pasif davranmıştı. Başbakan’ın Los Angeles’in “çetelerle mücadelede” deneyimli emekli polis şefini Scotland Yard’ın başına getirmek üzere davet ettiğine ilişkin haberler bu güvensizliği yansıtıyordu.

Polisle hükümet arasında çıkan tartışmalar, polisin hükümete güveninin sarsıldığını gösteriyordu. Örneğin polis müdürünün, “İsyanları bastıran önlemleri biz aldık, siyasetçiler değil” açıklaması, Başbakan’ın siyasi kazanç sağlamasını önledi; Londra’ya Amerika’dan “süper polis” getirme önerilerine karşı çıkarak adeta “Biz işbirliği yapmayız” dedi. Polis şeflerinin, polis kaynaklarının, personel sayısının azaltılmasına karşı dile getirdiği itirazlar da hükümetin ekonomi politikasına yönelik eleştiriler olarak algılandı.

Kargaşa...
Sokaklarda isyandan kaynaklanan kargaşa vardı, ama “barikatın” öbür tarafında da olayların arkasındaki maddi koşulları, olayların “siyasi” boyutunu ısrarla yadsımaktan kaynaklanan bir başka kargaşa vardı.

Hükümet, basit bir hırsızlık vakası olan dükkândan mal yürütmekle, düzene baş kaldırmak anlamına gelen yağma arasındaki farka (Gary Young, The Guardian), gözlerini, kapatıyor. İşçi Partisi üyelerine, “kesintileri suçlamayı yasaklıyor”. “Liberal sol”, sokağa çıkma yasağı, kauçuk mermi, basınçlı su, daha fazla polis, hatta asker müdahalesi istiyor; orada duramıyor, “Black Berry’nin mesaj hattını kapatın”a kadar gidiyor. İsyan sonrası, sokak temizleme adına ortaya çıkarak yerel halkın arasına karışan faşist çeteler, medyada “dayanışma ruhu” adına yüceltiliyor...

Sonuç olarak, siyasi yapı, bu olaylara çare olarak, “disiplin ve ceza” dışında bir şey üretemiyor. Başbakan tatilden Londra’ya döner dönmez, “insan haklarıyla ilgili uyduruk kaygılara aldırmayacaklarını” açıklıyor. MI5 ve CSHQ (istihbarat örgütleri) telefon mesajlarına girerek olayları başlatanları arıyor, ayaklanmaya katılanların ve ailelerinin sosyal hakları askıya alınıyor. Biz de, “Liberal Demokrasinin Beşiği”nde iktidar ancak bu çözümleri üretebiliyorsa, “Tarihin sonu filan derken Liberal demokrasi’nin sonuna gelmişiz demektir” diye düşünmeden edemiyoruz...

Thursday, August 11, 2011

Yoksulluk günlerinde isyan



Londra’da Borsa bir haftada yüzde 14 düştü, sokaklar dört gündür yanıyor, dükkânlar yağmalanıyor.

Cumartesi akşamüstü, Londra’nın yoksul mahallelerinden Tottenham’da patlayan “toplumsal olaylar”, pazar ve pazartesi geceleri başka mahallelere, kentlere sıçradı. Cumartesi günü, Tel Aviv’de gerçekleşen bir protesto yürüyüşüne 300.000’den fazla insan katıldı.

“Aralarında binlerce kilometre, kültürleri arasında neredeyse aşılamaz dağlar var” denebilir ama bu iki olayın kökünde aynı ekonomik, demografik koşullar yatıyor.

Londra - Tel Aviv
Tottenham’da 4 Ağustos akşamı polis, Mark Duggan isimli siyah bir genci öldürdü. Duggan’ın ailesi 6 Ağustos akşamı cesedi teşhis etmeye giderken, karakolun önünde yaklaşık 300-400 kişi toplanmıştı. Barışçı bir biçimde sürmekte olan protesto eylemi, polisin 16 yaşında bir genç kızı coplaması üzerine aniden bir ayaklanmaya dönüştü. Polisle gençler arasında sert çatışmalar yaşandı; polis arabaları, bir belediye otobüsü, tarihi bir bina, alt katındaki halıcı dükkânı, üst katlardaki apartman daireleri yandı. Büyük mağazaların yanı sıra yerel dükkânları da hedef alan yağma olayları yaşandı. Polis olayı kontrol altına aldığında, ana cadde adeta bir savaş alanına dönmüştü; tutuklananların sayısı 60’ı geçmişti.

Cumartesi günü, Twitter gibi sosyal ağlardaki haberleşmelerden, olayların başka mahallelere de sıçrayacağı anlaşılıyordu. Polisin bu kez çok yoğun olarak aldığı önlemlere karşın, Enfield, Edmonton, Waltham Cross, Brixton, Islington, Peckham ve hatta Oxford Meydanı’nda değişen boyutlarda, dükkânları yakma yağmalama, polisle çatışma olayları yaşandı. Pazartesi günü İçişleri Bakanı, salı günü Başbakan tatillerini yarıda keserek Londra’ya döndüler. Salı sabahı TV kanalları yayılan olayları tartışıyordu, birçok gözlemci “polisin zamanında müdahale etmeyerek olayların yayılmasına seyirci kaldığını”savunuyordu.

Belki de tüm maaşla çalışanlar gibi yoksullaşan, işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan polis, basıncı kaldıramıyor ya da medyada oluşacak görüntülerle, hükümeti, yeni kaynakları ve önlemleri devreye sokmaya zorlamak istiyordu...

Tel Aviv’de yaklaşık üç hafta önce bir grup öğrenci genç, konut yetersizliği sorununu protesto etmek amacıyla, en zengin kesimin yaşadığı mahallede çadır kurmuştu. Bu eylem, toplumdaki pahalılık, yoksulluk sorunlarına karşı tepkileri harekete geçirerek hızla yayıldı; 31 Temmuz Cumartesi günü 150.000 kişinin katıldığı büyük bir protesto yürüyüşü, pazartesi günü 100.000’den fazla belediye çalışanının katıldığı “bir günlük” dayanışma “genel grevi” gerçekleşti. Geçen hafta cumartesi, eylemlere katılanların sayısında büyük bir artış gözleniyordu. Tel Aviv’de protesto yürüyüşüne bu kez 300.000’den fazla insan katıldı.

Haaretz gazetesinin yorumcularından Gideon Levy’nin “İsyanın Mucizesi” başlıklı yazısında vurguladığı gibi, “markalarla, elektronik oyuncaklarla yetiştiğine, toplumsal sorunlarla ilgilenmediğine, alkole, uyuşturucu kullanmaya meraklı olduğuna inandığımız”, vurdumduymaz bir kuşaktı bu (08/08/11). Ama bu kuşak şimdi, başını, önüne atılan haz parçacıklarından kaldırıyor, toplumsal sorunlara müdahale ediyor, ülkenin gündemini değiştiriyor.

1985 - 2011
Tottenham, Brixton 1980’lerin başında da de benzer olaylara sahne oldu. Thatcher hükümeti, ekonomideki kapasite ve çalışan nüfus fazlasını bir resesyon yoluyla temizlemeye, devletin mali krizini halkın sırtına yıkarak aşmaya çalışıyordu. İşsizlik, yoksulluk artıyor, refah devleti tasfiye edilirken toplumsal dayanışma kurumları, toplumsal doku çözülüyordu. Irkçılık artıyor, polisin siyah, göçmen gençliğe karşı tutumu sertleşiyordu. 1981 ve 1985’te Brixton’da, Tottenham’da ayaklanmalar patlak verdi. Geçen Cumartesi polis karakolunun önünde toplanan kalabalığın, Broadwater Farm adlı belediye evleri kompleksinde başlayan bir protesto yürüyüşünün ürünü olması, bölgede ortak bir toplumsal hafızanın varlığına da işaret ediyordu. 1985 yılında isyan, siyah bir gencin tutuklanmasından sonra evine yapılan baskında yere düşen annesinin kalp krizi geçirerek ölmesinin ardından Broadwater Farm’da patlak vermişti.

O günden bugüne, Tottenham’ın nüfusu daha da arttı, gelen göçmenlerle toplumsal yapısı daha da karmaşıklaştı. Şimdi, ekonomik kriz, bu kadar dar bir alana sıkışmış, bu kadar yoğun bir genç nüfusu, gittikçe artan yoksullukla, işsizlikle, Gençlik Kulüpleri gibi kurumların kaynaklarını keserek, dayanışma ağlarını ve toplumsal dokuyu çözerek vuruyordu. Çete ve silah kültürü tek dayanışma ağı, güvenlik kurumu olarak, uyuşturucu, gangsterlik tek gelir kaynağı olarak yükseliyor, patlamaya hazır bir karışım yaratıyor, yoksulluk günlerinde isyanlar artıyor...