Thursday, September 24, 2009

‘İmparatorlukların Mezarlığı’ Afganistan

ABD’nin dış politika gündeminin başında Afganistan var. Başbakan’ın ABD gezisi öncesinde, Türkiye’de, jeopolitik konularla ilgilenen kimi gazete köşelerinde, düşünce kuruluşlarında egemen yaklaşımın Türkiye’nin Afganistan’daki varlığını arttırması gerektiği yönündeydi. Bu yaklaşım Dışişleri BakanıDavutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”kitabında savunduğu, büyük bir küresel güce dayanarak bölgede güç yansıtmak, etki arttırmak olarak özetlenebilecek çizgisiyle de uygunluk halinde.

Ancak bugünkü koşullarda Türkiye’nin Afganistan’a ne başlık altında olursa olsun daha fazla asker ve personel göndermesine, bu adım, ölümcül bir“tuzağın” içine bile bile atlamak anlamına geleceğinden, kesinlikle karşı çıkmak gerekiyor.

Bir bilenden uyarılar

Rusya’nın Afganistan yenilgisinin mimarlarından, o zamanın ABD Devlet Başkanı Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı, Zbigniew Brzezinski, 1998’de konuyla ilgili olarak şöyle diyordu. “O gizli operasyon mükemmel bir düşünceydi. Sovyetler’i Afganistan tuzağına çekmeye hizmet etti. Sovyetler’in sınırı geçtiği gün Başkan Carter’a şöyle yazdım: Şimdi Sovyetler’e kendi Vietnam savaşını verme şansına kavuştuk.”

Brzezinski önceki hafta Avrupa’daydı. NATO, Afganistan bağlamında güvenlik uzmanlarıyla görüşür, konuşmalar yaparken ise şöyle demiş:“Afganistan’da… Sovyetler’in kaderini tekrarlama riskiyle karşı karşıyayız”. New York Times’ın aktardığına göre, Brzezinski, Kuzey ittifakıyla birlikte savaşan 300 özel tim görevlisiyle Taliban rejimini yıktık. Ancak şimdi ABD ve bağlaşıklarının Afganistan’daki toplam asker sayısı 100.000 civarında”… “Sovyetler’in o zamanki toplam gücüne ulaşmak üzereyiz ve daha şimdiden en üst düzey generallerimiz savaşı kaybetmekte olduğumuzu söylüyorlar”.

Brzezinski, “Askeri güçlerin bir gelişme stratejisine nasıl yardım edebileceğine karar vermek için bir uluslararası konferansın toplanması gerektiğini”savunmuş. Böylece “Avrupalıların oradaki varlık süresini uzatmak daha da kolay olacakmış. Eğer ABD Afganistan’da yalnız kalırsa bu ittifakın (NATO-E.Y.) sonu” olurmuş.

Japon Stratejik Çalışmaları Enstitüleri Birliği’nin Brzezinski Avrupa’dayken yayımladığı bir analizde de, dün Afganistan yenilgisinin nasıl Sovyetler’in geleceğinde rol oynadıysa bugün de ABD’nin geleceğinde rol oynayabileceğine dikkat çekildikten sonra söylenenler arasında şu iki nokta dikkatimi çekti: Birincisi: “Avrupa ve Japonya, ABD’ye belki de bu savaşı askeri olarak kazanamayacağımızı anlatmalılar”. İkincisi: Batı’nın ulusal kurtuluş savaşları deneyiminden çıkarmış olması gereken dersler vardır”. “Askeri harekâtlar çok fazla tali hasar yaratıyor, yerel nüfusu NATO güçlerine yabancılaştırıyor. Koalisyonun esas olarak Avrupa-Atlantik güçlerinden oluşması, beyaz adamın savaşı izleniminigüçlendiriyor” (abç).

‘Durum’ çok olumsuz

Afganistan’da iç ve dış etkenlerin birlikte oluşturduğu “durum”, ABD ve NATO açısından çok olumsuz. ABD’de Temsilciler Meclisi’nde, Washington koridorlarında, hem Cumhuriyetçiler hem de Demokratlar arasında bu savaşın kazanılabileceğine ilişkin inanç hızla kayboluyor. Geçen hafta GeneralMcChristal’in de “bu savaşı kaybedebiliriz” sözleri bu havayı daha da ağırlaştırdı. GSMH’si 23 milyar dolar, devlet bütçesi 600 milyon dolar olan Afganistan’da Taliban’la savaşacak, 400.000 kişilik bir yerel ordu inşa etmek ise tam anlamıyla bir fantezi. General McChristal, istediği azami ek gücü alabilse bile bunlarla ne yapacağı ve bunun “durumu” nasıl değiştireceği meçhul. İngiltere, Kanada ve Almanya’da Afganistan sorunu gündemin önüne çıkmaya başladı. Kanada yönetiminin yayımladığı raporlar durumun gittikçe kötüleştiğini ABD’nin yalnız kalma olasılığının artmakta olduğunu gösteriyor.

ABD yönetiminin, “yabancı güçlere karşı iç savunma” (ABD politikalarını kabul etmeyen isyancılara karşı) alanında uzmanlaşmış Special Forces 3rd Group olarak bilinen özel güçleriniPakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Uzbekistan, Kazakistan ve Kırgızistangibi Afganistan’ı çevreleyen ülkelere getirmeye başlaması (Eurasianet, 17/09/09) “yeni bir duruma” hazırlık yapmaya çalıştığını düşündürüyor.

Bu sırada Asya Times’ın Pakistan büro şefi, birbirine hasım beş büyük Taliban liderinin, Afganistan’ın Khost eyaletinde yapılan bir toplantıda, güçlerini birleştirme, eylemlerde eşgüdüm oluşturma kararı aldıklarını aktarıyordu (17.09/09). Perşembe günü Kâbil yakınında gerçekleşen bir NATO konvoyuna yönelik saldırı bu sürecin ilk ürünüymüş. Oxford Research Group’dan Prof. Paul Rogers’de güvenilir kaynakların Taliban’ın artık Kandahar’ın çoğunu kontrol ettiğini”söylediklerini aktarıyordu.

İskender, Cengiz Han, İngiliz ve Rus imparatorlukları Afganistan’daboylarının ölçüsünü aldılar. Bu yüzden oraya “imparatorlukların mezarlığı” da deniyor. “Yeni Osmanlı” fantezileriyle aklı karışanların vaatlerine inanıp çocuklarımızı oraya gömmeyelim…

Tuesday, September 22, 2009

Çoktan, gereğinden fazla uzamış bir tartışma üzerine son kez

“Bir boya dökme vakası” başlıklı yazımda “aklın istikrarsızlığından” öz ederken, Margulies’in özgün bir durum olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Birlikte savruldukları noktada, grup arkadaşlarında da bu durumun kimi “semptomlarını” gözlemlemek olanaklı.

Örneğin Doğan Tarkan, arkadaşı Roni Margulies’i savunmak amacıyla bana yönelik bir yazı yazmış. Bir insanın siyasi çizgisini paylaştığı bir dostunu savunması çok yerinde bir tutum. Ama keşke acele etmese, biraz daha özenle savunsaydı “aklın istikrarsızlıklarını” belki kontrol altına alabilirdi diye düşündüm okurken. Ama ne yazık ki alamamış.

Tarkan yazısına devrimci geçmişimizin fedakarlıklarını, çektiklerini vurgulayan bir giriş yapıktan sonra sıra bana gelince, birden bire, benim dip not merakıma ve şiir yazma pratiğime gönderme yapmaya başlıyor. Bu göndermenin nedenini anlamadım. Yine de davete uyup bir not düşeceğim: Dip not merakı, söylenen şeylerin kaynağını vermek, paylaşmak arzusundan kaynaklanır; bir akademik ahlak anlayışıyla, disipliniyle ilgili bir durumdur.

Ama o ki şiirden laf açıldı, ilgileneler için bir bilgi aktarayım bari: Margulies kendini siyasette, Troçkist olarak tanımlar. Ancak iş sanata geldiği zaman, 1994-95’de Adam Sanat dergisinde yaşanan bir tartışmada hayretle izlediğimiz gibi, Stalin’in Avant Gard’ı imha eden komiseri Jidanov’un savlarıyla, Atilla İlhan’a yaslanarak 1980’ler kuşağına saldırmaktan çekinmez… Tartışmanın ayrıntılarını öğrenmek isteyenler benim Yaşasın Modernist Refleks (Telos yayınları 1997) kitabıma bakabilirler. Şiir tartışmasını, “Bir serginin düşündürdükleri” başlıklı yazıyla birlikte okumalarını öneririm.

Konu Stalinizm’e gelince insan ister istemez anımsıyor. Stalin rejiminin en önemli özelliklerinden biri de, tarihi geriye doğru yeniden yazmak, birilerini silmek, birilerini de ajan, polis filan gibi düzmece mahkemelerle imha etmekti. Diğer bir deyişle, siyasette argüman yerine yalana başvurmakla ilgili bir damarı var Stalinist geleneğin.

Troçkist olduğunu “bildiğim” Tarkan’ın yazısında da bu geleneğin karanlık gölgelerine rastlayınca, yine “aklın istikrarsızlıklarını” düşünmeden edemedim; gerçekten de çok üzüldüm.

Örneğin, Margulies-Tarkan grubundan daha önce bana gönderilen V.A imzalı bir mesajda da benim siyasi geçmişim tarihten siliniyordu. Bunu yazanın cehaletine vererek, üzerinde durmamıştım. Ama şimdi bir kez daha düşüneceğim bu tutumun anlamını.

Tarkan da, Türksam adlı bir kuruluşa yazı yazdığımı, devlet görevlisi olduğumu ileri sürüyor, Kürt ve Ermeni düşmanı olduğumu ima ediyor. Bu arada 1980’lerin gizlilik döneminde kullanılan bir takma ismi de, sahibinden izin almadan açıklamakta hiç bir sakınca görmüyor.

Türksam için hiçbir yazı yazmadım. Diğer taraftan ben tek başına, bağımsız bir entelektüelim. İstediğim yere yazarım. Beni yazılarımın içeriği bağlar. Diğer taraftan, internet ortamında benim yazılar, irademin dışında, bana sorulmadan, hiç bilgi dahi verilmeden oraya buraya konuyor.

Devlet görevlisi olmama gelince, bu gerçekten çok hazin bir iddiadır. Margulies, şair, yazar ve giderek, özellikle AKP’ye ve siyasal İslam’a yakın medya çevrelerinde “Kamusal entelektüel” konumuna ulaşmış bir insan. Ben eleştirilerimde, onun destek vermekte olduğu çizgiye, üstlenmekte olduğu işleve yönelik teorik bir saptama yapmıştım. Bu bir yorumdur, teorik saptamadır. Katılanlar oldu katılmayanlar da. Ancak Tarkan gibi, “sen devlet görevlisisin” diyeni çıkmamıştı. Tarkan eğer bana bürokrat, kamu işçisi, memur filan demiyorsa, acaba ne demek istiyor? “Sen derin devletsin”, “5. Kolsun” filan mı demek istiyor? Burada da insanın aklına Vişinski mahkemeleri geliyor… Tarkan sinirli, gözü çabuk kararan bir arkadaştır (bunları bir eleştiri olarak söylemiyorum) ama, kantarın topuzunu bu kadar kaçıracağını hiç ummuyordum doğrusu…

Ermeni ve Kürt düşmanı olduğuma ilişkin imalara gelince… Kürt sorunu tartışılırken, Tarkan ve arkadaşları gibi kimi sosyalistlerin umutlarını düzen partilerine bağlayan tutumuna karşılık, ben hep bu sorunun sınıfsal yanını, toprak sorununu ve emperyalizm eksenini vurguladım. Belki bu noktada da “reddetmemiz gereken miras” bağlamında, parlamentarizme ilişkin tartışmaları, “kendi sağındaki güçlerden medet ummak” konusunda geçmişte yapılmış eleştirileri anımsamak yararlı olabilir.

Ermeni sorunu konusunda ise bir keresinde Hrant’ın alçakça katledilmesinden sonra, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını atanlarını eleştirdim. Ermenilerin yaşadığı felaketi yaşamayanların, o acıları çekmeyenlerin, kendilerini onlarla ayni düzleme koymaya hakkı olmadığını vurguladım. Bir başka zamanda da Ermeni sorunuyla ilgili çok imzalı bir bildiriyi yayınlayanları da, “soykırım” kavramından kaçtıkları için eleştirdim. Bunların Ermeni düşmanlığı olduğunu, “Big Brother”ın “Düşünce Polisi” bile iddia etmeye cesaret etmezdi.

Cumhuriyeti savunmaya gelince, evet siyasal İslam’ın Osmanlı nostaljisine, liberalizmin, emperyalizmin Huntington okulunun saldırılarına karşı 1923 “olayını” savunuyorum. Gericilerle, rejimle, kapitalizmle, emperyalizme uzlaşmak için sıraya girenlere karşı, 1970’ler kuşağının devrimci refleksini savunduğum gibi. Bu iki “olayı” savunmam, bu iki olayın “hakikatine” sadakatle ilgilidir. Benim bu iki olaya yönelik eleştirilerimin olmadığı, birincisinin, demokrasi ayağı eksik (kim demiş burjuva devrimleri illa demokratik olur diye), ne kadar varsa o kadarıyla emekçi sınıfların direnişini bastırmış, bir Burjuva Devrimi olduğunun ayırtında olmadığım anlamına gelmiyor. Geçmiş değerlendirmelerimde de, 1965-70’ler kuşağının, sosyalist mücadelenin anti emperyalist, anti faşist yanını egemen kıldıkları, popülist (ama devrimci-popülist) bir çizgi izlediklerini, ama bunun illa sosyalizmle özdeş olmadığını vurguladım. Evet, anti-faşizm, anti-emperyalizm “kümeleri” sosyalizm kümesiyle kesişebilir, ama özdeş değildirler. Diğer bir deyişle sosyalizm “kümesi” bunları içerebilir, ama onlar sosyalizm “kümesini” içeremezler. Bugün, emperyalizme bağımlı, bölgesinde ABD tarafından sürdürülen emperyal operasyonları destekleyen bir hükümet ve ordu ile yönetilen bir kapitalist ülkede, kapitalizme karşı anti-emperyalist bir eksen üzerinden mücadele etmeyenlerin, bu hükümete destek vermekte ısrar edenlerin, ne kadar enternasyonalizm lafları etseler de kapitalizme karşı mücadele ettikleri söylenemez.

Bu nedenlerle, geçmişte Mahir Çayan’a yönelttiğim eleştiriler kadar, yine geçmişte geleneğimiz bağlamında Çayan’a sahip çıkan yazılarıma da, bugün sahip çıkmakta hiçbir mahsur görmüyorum. Özellikle, Mahir Çayan’ın “oligarşik devlet” biçimine ve “emperyalizmin iç olgu” olmasına ilişkin zamanından çok önce ve büyük bir önseziye yapılmış saptamalarına… Ama bunlara sahip çıkmak “öncü savaşı”, “evrim devrim iç içe”, savlarına da sahip çıktığım anlamına gelmiyor.

Diğer taraftan, galiba ben de Tarkan da boşuna nefes tüketiyoruz. Margulies’in, Taraf gazetesinde, Kürt açılımı konusunda kimi AKP milletvekillerine verdiği akıla bakar mısınız?

Margulies şöyle yazıyor: “Adamın partisinin hükümeti kelleyi koltuğa alıp bir barış girişimi başlatıyor. Başarırlarsa tahminen yüz yıl hükümet olacaklar. Bu adam da, salt barışı sağlayan partinin milletvekili olduğu için, tahminen öldüğü güne kadar milletvekili seçilecek.” (09/09/09). Şimdi bu “kelleyi koltuğa alma” fantezisini bir kenara bırakalım, bir burjuva hükümet “neden kelleyi koltuğa alır?” diye sormayalım. Hatta bu “fantezinin” örttüğü “çatlağı” da aramayalım. Gelin bu akıl vermenin mantıksal sonuçlarına bakalım. Margulies bir burjuva hükümete ve hükümet partisinin milletvekillerine yüzyıl iktidarda kalabilmenin yolunu anlatıyor. “Arkadaş sana ne?” diye de sormayalım. Ama şunu da görelim: AKP milletvekilleri onun sözünü tutarlarsa, yüzyıl iktidarda kalacaklar… Margulies AKP milletvekillerini yüzyıl iktidarda tutacak bir adımı destekliyor… Şimdi ben “akıl istikrarsızlığından” söz ederken haksız mıyım?

İroni bir yana, Margulies’in öğütlerinin gerçeklikle bir ilgisi yok. Bu sözler, kimin kendisini bunları söylerken görmesini istiyorsa, o göz için önemli, ama o da bizi ilgilendirmez!

Gerçekteyse, ne AKP, tüm milletvekilleri destek verse bile, Kürt sorununu çözebilir, ne de o milletvekilleri Margulies’i ciddiye alırlar. Ama AKP milletvekillerine verdiği öğütlerle Margulies’in sosyalistlere çok karanlık bir gelecek vaat ettiği de bir gerçek.

Bitirirken esas tartışma konusuna bir kez daha dönmek istiyorum. Margulies’in başına boya, onun Türkiye solunun geçmişine yönelik yaralayıcı sözlerine tepki olarak dökülmüştü. Tabii ki tatsız bir olay. Keşke böyle olmasaydı. Boya dökmek yerine, bir tartışma ortasında hesaplaşmayı seçselerdi ideal olurdu, ama birileri bu yolu seçmişler. Olur böyle şeyler… Ama biçimi tartışılır bir protesto eylemini, düşünce özgürlüğüne bir saldırı olarak satmaya çalışmak olmaz!

Şu da olmaz: Arkadaşınız bir geleneği karaladığı için protesto edilecek, ama siz, uyduğunda, “biz Anayasayı değiştirmek istediğimiz iddiası ile düşüncelerimizden dolayı idam ediliriz… Yani eylemimizden dolayı cezalandırıldığımızda da aslında düşüncemizden dolayı verilir bu ceza” sözleriyle arkadaşınızın karaladığı kişilere gönderme yaparak, onların çok kısa, birkaç yıllık (kimileri 15-20 yıl çabalar, ülke siyasetine bir çizik bile atamaz) ama son derecede parlak, etkin ( o kadar etkin ki, 35-40 sene sonra hala Taraf gazetesinde yuvalanmış yazarların boy hedefi olmaya devam ediyorlar) yaşamlarının yarattığı deneyimin içine, işinize geldiğinde geri döneceksiniz.

Nihayet bu da olmaz: Bir taraftan devletin (evet devletin) sınıf çıkarlarıyla, emperyalist hesaplarla kirlenmiş politikasına destek çıkacaksınız, diğer taraftan, bu politikaya inanmayan, herkesi Ergenekon’la aynı kaba koymak üzere, darbeci, devlet memuru ilan edecek, adeta “düşünce polisliği” yapacaksınız, sonra da ifade özgürlüğünü savunmaktan söz edeceksiniz.

Thursday, September 10, 2009

‘Şeytanın Dışkısı’

OPEC’in kurucularından, zamanın Venezüella Petrol Bakanı Perez Alfonso’nun, “Petrol siyah altın değil, şeytanın dışkısıdır” sözlerine bakarsak, 100 yıldır bu dışkıyla beslenen bir uygarlıkta yaşıyoruz.

150 yıl önce Amerika’da

“Şeytanın dışkısının” öyküsü 27 Ağustos 1859’da Titusville Pennsylvania’da petrol bulunmasıyla başlıyor. Uğruna savaşlar çıkarılan, neredeyse dereler gibi kan akıtılan stratejik bir mal haline gelmeye başlaması için 26 yıl sonra ilk iç patlamalı motorun icat edilmesi gerekecektir. Ama, kapitalizmin ekonomi politiği, kültürü açısından 1908 çok daha önemli bir tarih. Kapitalizmi krizden çıkaran yeni sermaye birikim modeline, (hatta yeni ücret ilişkilerini ve kültürel biçimleri de göz önüne alırsak sermaye birikim rejimine) adını verecek olan Henry Ford, “T-Modeli” otomobilin seri üretimine o yıl başladı.

Bu modelin üretimiyle birlikte yayılmaya başlayan “Taylorizm”e, bant sistemine dayalı yeni emek süreçleri, yalnızca kapitalizme yeni bir enerji getirmekle kalmadı, aynı zamanda, I. ve II. paylaşım savaşlarının teknolojisini de belirledi. Böylece petrol, hem ekonomik krizin hem de küresel hegemonya sorununun, yeni sermaye birikim modeline öncülük eden ABD’den yana aşılmasında belirleyici etkenlerden biri oldu.

Petrolün insanlığın başına nasıl bir bela açmakta olduğunu II. Dünya Savaşı’na giden süreçte, petrol yoksunu Japonya ve Almanya’nın dış politika maceralarında, savaşın hemen ardından 1945 yılında ABD savaş gemisi USS Quincy’de, ABD Devlet Başkanı Roosvelt ile Suudi Kralı Abdullaharasında imzalanan anlaşmadan görmek olanaklı. İran’da petrolü ulusallaştırmak isteyen Başbakan Musaddık’a karşı, 1953 yılında gerçekleştirilen darbe, Ortadoğu’nun yeni efendisini belirleyecek olan 1956 Süveyş Krizi, ABD hegemonyası açısından petrolün ne kadar merkezi bir öneme sahip olacağını da gösteriyordu. Gerçekten de ABD Ortadoğu’da yeni üsler inşa etmeye başladı. 1980 Carter Doktrini bölgeye askeri müdahaleyi bir dış politika ilkesine dönüştürdü. 1991’de ABD’nin Suudi topraklarına 15 bin yeni askeri yerleştirmesine olanak sağlayan I. Irak Savaşı ve Irak’ın sömürgeleştirilmesiyle sonuçlanan II. Irak savaşları petrolün soğuk savaş sonrası dönemin jeopolitiğinin de ana konusu haline geldiğini gösteriyordu.

Ve geldik bugüne

Tüm dünyada ulaşımda kullanılan enerjinin yüzde 75’inin petrolden kaynaklandığını düşünürsek dünya ekonomisinin ticaret, sanayi tedarik ağlarının geleceğinin de petrole bağımlı olduğunu görebiliriz. Ama bu bile petrolün önemini yeterince göstermiyor. Başınızı kaldırın ve etrafınıza bakın. Tekstilden boya maddelerine, bilgisayar aksamından, ilaçlara, inşaat malzemelerine, televizyondan, buzdolabımızdan, içindeki gıdaların ambalajlarına kadar her şeyde petrol ürünleri var. Petrol kitlesel üretimin, tüketim kültürünün, hatta “gösteri toplumunun” ekranlarının, “yaşam dünyamızın” temel maddelerinden biri.

Ama bir iki küçük sorun var. Birincisi, kısa süre önce Meksika Körfezi, İran, Uganda, Brezilya’da keşfedilen yeni rezervlere karşın, genelde petrol hızla tükenmeye devam ediyor. Geçen yıl İngiltere’nin enerji güvenliğini araştıran resmi bir rapor, petrol üretimindeki gerileme hızını yılda yüzde 6.7 olarak saptarken, yeni teknolojilerin devreye girmemesi halinde bu oranın yüzde 9’a ulaşacağını savundu. Uluslararası Enerji Ajansı’nın bulguları da bu yöndeydi. 2009’da günlük 70 milyon varil olan petrol üretiminin 2030 yılında 30 milyon varile düşme olasılığı var. Buna karşılık, ekonomik resesyona rağmen Çin ve Hindistan’ın tüketim eğilimi göz önüne alındığında dünyanın bugünkü dengelerini koruyabilmek için üretimin günde 103 milyon varil düzeyine ulaşması gerekiyor. Bunun için gerekli yatırımların geçen 15 yılın kredi bolluğu döneminde gerçekleştirilememiş olduğunu düşünürsek, gelecek açısından umutlu olmak zor.

Financial Times’da Moises Naim’in de işaret ettiği gibi, petrol üreticisi olmak da sizi, eğer modern, gelişkin bir ekonominiz, güçlü bir sivil toplumunuz (kapitalist sınıfınız) ve buna uygun kurumsallaşmış bir devletiniz yoksa halkınızı siyasi-ekonomik risklerden, kurtaramıyor. Petrolünüz olsa bile, dış güçlere, yerel oligarşilere, feodal aşiret yapılarına, yozlaşmış, asalak devlet sınıflarına yem oluyorsunuz.

Kısacası, biz kafamızı “uygarlıklar çatışması” fantezisiyle meşgul ederken, hepimizi kapsayan kapitalist uygarlığın, üzerinde durduğu “Şeytanın dışkısı”salt insanları çürütmekle, yozlaştırmakla kalmadı, gezegeni de küresel ısınmaya yaptığı büyük katkıyla, sürdürülemez bir noktaya doğru götürüyor...

Thursday, September 03, 2009

Ilımlı Bir İslam Ülkesinden Görüntüler...

Geçtiğimiz haftalarda Malezya’da yaşananlara ilişkin kimi haberleri, şeriat düzeniyle insan hakları, demokrasi arasındaki ilişkileri tartışan yazıları okurken aklıma yine Richard Holbrooke’un New Perspective Quarterly dergisinde, Türkiye’deki seçim sonuçlarını değerlendirirken söyledikleri geldi: “Batı, dünyada ılımlı İslam istediğini söylüyor. İşte size Müslüman dünyasındaki en demokratik iki ülkeden biri, öbürü de Malezya” (Ağustos 2007).

Önce kısa bir anımsatma

Malezya’nın nüfusunun yüzde 60’ı Malay ve Müslüman, yüzde 40’ı Hıristiyan ve Budist Çinlilerden oluşuyor. Ülkenin hukuk rejimi bu ırk ve din ayrımını yansıtıyor: Müslümanlara şeriat kuralları uygulanıyor, diğerlerine sivil hukuk kuralları.

Ülkeyi 50 yıldır yöneten Bağımsız Malaya Ulusal Birliği (BMUB) muhafazakâr, ırkçı (Müslüman ve Malay) bir parti. Oy tabanı zayıfladıkça, BMUB, köktendinci PAS’a (Pan-Malezya İslami Partisi) yanaşıyor onun politikalarını benimsiyor, şeriat kurallarını daha yaygın, giderek toplumun tümünü etkileyecek biçimde uygulamaya yöneliyor. Bu nedenle de etnik gruplar, dini cemaatler arası çatışmalar giderek çoğalıyor, keskinleşiyor. Gözlemciler, Malezya’da 20 yıl önce başını tesettüre uygun bir biçimde örtenlere pek rastlanmazken, bugün hemen bütün Malezyalı kadınların başlarını örttüklerine işaret ediyorlar. Diğer taraftan şeriat kurallarıyla yönetilmek istemeyenlerin din değiştirmesine de izin verilmiyor, bu yönde girişimlerde bulunanlar cezalandırılıyor (Global Politikültür, 22.08.07).

İnek kellesi, rock konseri ve kamçılara dair…

Şeriat uygulamaları yaygınlaştıkça ve Müslümanların yaşam koşulları giderek daha yakından denetim altına alındıkça, köktendinci akımların cüreti ve etkisi de giderek artıyor.

Örneğin, başkent Kuala Lumpur’a yaklaşık 25 km uzaklıktaki Shah Alam kentinde geçen hafta cuma günü yaklaşık 50-60 kişilik bir grup, bölgelerinde restore edilmesi planlanan 150 yıllık Hindu tapınağını protesto etmek için, cami çıkışında bir yürüyüş düzenlediler. Tapınağın kapısına geldiklerinde “Allahu Ekber” ve “tekbir” sloganlarının ve posterlerinin yanı sıra ellerinde başka bir şeylerin olduğu da dikkat çekiyordu. Göstericiler beraberlerinde kesilmiş inek kafaları getirmişlerdi. Hindular için kutsal sayılan bu hayvanların kesik kafalarını tapınağın kapısına koydular, tükürdüler, tekmelediler, kameralara poz verdiler. The Strait Times’ın aktardığına göre, muhalefet partilerinin fener alayı, basın açıklaması gibi olaylarını dağıtmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan polis gelişmeleri sessizce seyretti.

Bu ikinci en demokratik ülkede, Müslüman ve Malay olmayan azınlıkların yaşamlarının gittikçe zorlaştığı bir gerçek. Ama Müslüman Malay nüfusun da tozpembe bir dünyada yaşadığı söylenemez. Geçen haftalarda iki örnek bu kesimin de bireysel özgürlüklerinin nasıl hızla aşınmakta olduğunu gösteriyor. Bunlardan biri dünya kamuoyunda da yankılanan bir kamçılama cezası olayıydı. Malezyalı Müslüman bir model Kartika Sari Dewi, bir sayfiye kentinde bira içerken görülmüş, tutuklanmış, şeriat yasalarına göre yargılanarak para ve kamçı cezasına çarptırılmıştı. Hem ülkede hem de uluslararası kamuoyunda kadın örgütlerinin insan hakları örgütlerinin protestoları karşısında Malezya hükümeti geri adım attı ve kamçılama cezası süresiz olarak ertelendi.

Sari Dawi’nin davası uluslararası alanda yankı yaptı ama rock konserlerine ilişkin haberler dışarıda pek duyulmuyor. Örneğin, geçmişteBeyonce, Avril Lavigne ve Gwen Stefani konserlerini Müslüman duyarlılıklara ters buldukları için yasaklatan PAS gençlik kolları şu sırada Michaels Learns Rock başlıklı bir konsere kafayı takmış durumda. Bu konser özellikle ramazan ayında gerçekleştirilmeye çalışıldığı için Müslümanlara bir hakaret sayılırmış. (Malezya kaynaklı bloglarda ve Twitter’da tartışmaları izleyebilirsiniz.) “Kesilmiş inek kafalarını tekmelemek mi dediniz?” Yok canım ne alakası var. Hem onlar Hindu n’olacak…

Malezyalı Müslüman gençliğin Black Eyed Peas adlı grubun konserine, sponsorları arasında alkollü içki satan bir şirket olduğundan katılması da yasaklanmış. Konserin web sitesi, ilgilenenlere, “Müslüman değilseniz ve 18 yaşından büyük iseniz gelebilirsiniz, yoksa içeri alınmayacaksınız” uyarısında bulunuyor. Tüm bu gariplikler karşısında, kimi Müslümanlar da “n’olur dinimizi değil PAS’ın fanatikliğini suçlayın” diyorlar… Belki onlara da hak vermek gerekiyor ama Malezya toplumu da bu arada Holbrook modeline uygun olarak “demokratikleşmeye” devam ediyor…

Tuesday, September 01, 2009

Bir Boya dökme vakası üzerine düşünceler

ÖDP’li olduğunu söyleyen bir grup gencin Roni Margulies’in üzerine boya döktüğünü okuduğumda önce güldüm ve geçtim: “Olur böyle şeyler”...

Ancak daha sonra ÖDP başkanlığının, Margulies’in tepkilerini, Türkiye siyasetinin andaki konjonktürünü tanımlayış biçimini, düzen medyasının haberi bir sol partiyi yıpratacak biçimde verdiğini görünce, olaya daha bir yakından bakmak gerektiğini düşündüm. Bu blogda da düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Boya vakasının dört bileşeni var. 1)Boya atılması; 2)Boya’nın rengi; 3) ÖDP’nin tepkisi; 4) Margulies’in tepkisi;

1)Boya neden atılmıştır? Boya, Margulies’in Türkiye sosyalist hareketinin geleneğine karşı aldığı küçümseyici, hatta aşağılamanın sınırına kadar gelen alaycı yazısını ve genel siyasi tavrını protesto etmek için atılmıştır.

2)Boya ne renktir? Boya yeşildir. Bu renk, Margulies’in Siyasal İslam’ın “pasif devrim” sürecinin bir parçası haline geldiğini vurgulamak için mi seçilmiştir? Bence bu soruya olumu bir cevap verilebilir.

3) ÖDP’nin tepkisi ne olmuştur? ÖDP başkanı “bizde yazara saldırı kültürü yok, gereği yapılacak” demiştir. Bu doğru bir tepki midir?

Bu, birçok açıdan doğru bir tepki değildir. ÖDP başkanının “bizde yazara saldırı kültürü” yok sözündeki “biz” eğer sosyalist, hatta genelde muhalefet kültürüne gönderme yapıyorsa, bu tür protesto eylemleri hem kültürümüzde, hem de geleneğimizde vardır. Geleneğimizde barışçı (bedensel zarar vermemeye dikkat eden) protesto yöntemleri arasında, sermaye düzeninin yanında olanlara, sahtekar siyasilere, iki yüzlü, dönek eski solculara, vb., tepki olarak boya, yumurta, domates vb atmak vardır. Bu yöntemler burjuva orta sınıf duyarlılıkları bağlamında kibar bulunmayabilir, ama emekçi sınıfların, sosyalist militanların kendilerini ifade etmek, kızgınlıklarını dışa vurmak için seçebilecekleri meşru protesto biçimleridir. Meşruiyetleri, hedeflerinin niteliğinden ve protestonun amaçlarından kaynaklanır. Toplumdaki “adabı muaşeret” (görgü) kurallarından değil.

Yaşamına sokakların partisi olma niyetiyle, büyük bir umut ve iyimserlik ortamında başlayan ÖDP’nin bir türlü sokakların partisi olamamasının nedenlerinin arasında, emekçi sınıfların, kızgınlığını, nefretini ifade edecek bir kültürü benimsemeyi başaramamış, çoğu zaman, orta sınıf duyarlılıklarının kibarlığı içinde kalmayı seçmiş olması da vardır. Bir siyasi partinin militanlarının ve eylemlerinin kültürünü, ait oldukları, temsil ettikleri sınıf ve tabakaların duyarlılıkları belirler, toplumsal “adabı muaşeret” kuralları değil.

4) Peki uğradığı saldırı karşısında Margulies’ın tavrı ne olmuştur? Margulies kendisine bu büyük “haksızlığı” ve “terbiyesizliği” yapanların yakasına sarılmamıştır. Bu çok sağ duyulu, soğuk kanlı, ve “medeni” bir tavır olabilir, ama sosyalist hareketin, genelde siyasetin geleneğinin duyarlılıklarına, uymadığı gibi haksızlığa uğramışlık duygusuyla da bağdaşmaz.

Daha sonra Margulies, “Tepki göstersem kavga çıkardı. Yanımda ailem var diye hiçbir tepki göstermedim. Ben tepkisiz kalınca çevredekiler ve garsonlar da bunu bir saldırı olarak algılamadılar. Karşılık verseydim o çocuklar fena sopa yerdi” demiş. Sonra da “saldırganları”, Mafya’dan bile beter serseri sürüsü olarak nitelemiş. Bu tutumdaki, burjuva soğukluğuyla yukardan bakmak, karşısındakileri tam bir orta sınıf duyarlılığıyla “serseriler” olarak nitelemek de sosyalist hareketin geleneğine uymaz.

Margulies’in üyesi olduğu siyasi grubun üst düzey bir yöneticisinin, Ufuk Uras’ın seçim kampanyası sırasında, bir ÖDP’liyi yumrukladığı, doğrudan şiddet kullandığı söylenmektedir. Eğer bu söylenti doğruysa, şimdi bizim, bu arkadaşımızın serseri filan mı olduğunu düşünmemiz gerekecektir? Tabii ki hayır. Sosyalistler tutkulu insanlardır, tüm tutkulu insanlar gibi, onlar da zaman zaman sinirlerine hakim olamayabilirler. Her olay kendi özelinde değerlendirilir, yargılanır, öyle genel geçer nitelemelerle, hele Mafya’dan beter, “serseriler sürüsü” gibi kavramlarla değil. Margulies belki ayırdında değil, ama bunlar hem uluslararası hareketin, hem de Türkiye sosyalist hareketinin geleneğinin bir parçasıdır.

Peki çevredekiler ve garsonlar neden müşterilerden birinin başından aşağı boya dökülmesini bir saldırı olarak algılamamışlardır? Böyle olaylar meyhanelerde sık sık mı olmakta, insanlar bunu şaka, ya da özel bir rituel sayarak mı karışmamaktadırlar? Yoksa olayın başka bir boyutu daha var mıdır?

5) Kendini sosyalist olarak tanımlayan Margulies, Türkiye sosyalist hareketinin hangi kuşağına aittir? 1968 kuşağına mi aittir, yoksa 1978 kuşağına mı?

Margulies, 1968 ve 1978 kuşaklarına ait değildir. Çünkü o dönemin ne sendikal mücadelesinde, ne sokaklardaki anti faşist mücadelede, ne de gruplar arası rekabetlerde, hatta kavgalarda, ideolojik mücadele ortamında yer almamıştır.

Buna karşılık boya olayına neden olduğu söylenen yazıda da görüldüğü gibi Margulies o iki dönemin duyarlılıklarına yabancıdır, hatta ahlakına düşmandır.

Sosyalizm bilgiyle başlamaz. Sosyalizm bir adaletsizlik duygusuyla ve dini açıklamalara ilişkin bir düş kırıklığıyla başlar. Buradan bir tepki ahlakı ve mücadele sadakati doğar. Bu ahlak ve sadakat olmadan yabancı dil bilmek, yada bilmemek, Marx, Engels, Lenin, tüm tarihsel yapıtlar külliyatı, hiçbir anlam taşımaz. Tam tersine, bu külliyatın doğmasının benimsenmesinin, geliştirilmesinin arkasında, her zaman bu ahlak ve sadakat vardır…

Bu ahlak ve sadakat, olmazsa olmaz koşuludur sosyalizmin. Bu ahlakı ve sadakati taşıyan ve gereklerini yerine getiren herkes, iki açıdan geleneğe katkıda bulunur:

i) Militanın samimiyetinin, fedakarlığının örnekleri olarak insanlara, insanlıklarını anımsatır; birey değil özne olmanın, örneklerini sergiler.

Daha önemlisi, bir kadın göğsüne (“hazlarına” olarak okuyunuz) vatanını (aşkın bir davayı) satabileceğini söyleyen, geç kapitalizmin burjuva entelektüelinin, postmodern sinisizmine karşı, insanların hazlarına öncelik veren biyolojik yaşamın ötesine geçerek, kendilerini feda edebileceklerini gösterir. Gelecek kuşaklara ilham oluşturur.

ii) Bu insanların özverilerinin, yenilgilerinin biçimini, nedenlerini anlama çabası, bir sonraki kuşaklara bir araştırma alanı, aşılacak bir örnek, bir tekrarlama olanağı sunar. Gelenek denen şey de zaten bu ikisi üzerinden inşa edilir: Ahlak ve sadakat, yenilgi ve tekrar

Margulies’ın anlamakta zorlandığı, hatta küçümsediği "Devrim geleceğe aittir ama onun kadar geçmişe ve şimdiki ana bağlıdır" sözleri tam da bu ikilemin bir başka söyleniş biçimidir, "Geçmişimizle geleceğimize umut saçıyoruz” sözleri de…

Türkiye solunun geleneğinin parçası olanlar için son derece şeffaf olan bu ifadeleri Margulies’in anlamakta zorlanıyor olması, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu olabilir. Bu ifadeleri anlamıyor olmakla “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ifadesini de anlamakta zorlanmak arasında acaba bir bağlantı var mıdır? Bu bağlantıyı acaba “Aydınlanma geleneğinin” karşısına geçmeye başlayan, bir “hakikat rejimi”ni terk eden, ama henüz öbürüne geçemeyen bir aklın istikrarsızlıklarında arayabilir miyiz?

“Darbeye karşı çıkanlar ve çıkmayanlar, Ergenekon Davası’nın arkasında duranlar ve durmayanlar, her koşulda demokratik olarak seçilmiş bir hükümeti savunmayı düşünenler ve düşünmeyenler kamplaşma halinde. Toplumdaki bu saflaşma solun içinde de yaşanıyor. Bence sorunun temeli bu” gibi, siyasal İslam’ın hegemonya oluşturma sürecinin en önemli denkleminin Margulies’in ağzından tekrarlanmasını bu istikrarsızlıktan başka bir şeyle açıklamak olanaklı mıdır?

Diğer taraftan, tabii ki sosyalistler askeri darbelere karşıdırlar. Çünkü darbeler her zaman egemen sınıfların, devlet sınıflarının başvurduğu araçlardır. Toplumsal mücadelelerin amaçlarına uygun araçlar değil. Ama, “her koşulda demokratik olarak seçilmiş bir hükümeti savunmayı düşünenler ve düşünmeyenler kamplaşma halinde” ifadesine ne demek gerekir?

Margulies’in kapitalist toplumda özellikle “gösterinin” her alanı kapsadığı geç kapitalist toplumda seçimlerin nasıl yapıldığını, demokrasi kavramının aynı zamanda bir diktatörlük anlamına geldiğini unuttuğunu düşünebilir miyiz? Yoksa, somut, tarihsel koşullardan, sınıf mücadelesinin, jeopolitiğin (emperyalizmin) konjonktüründen koparılmış bir “Alice harikalar diyarında” türü seçim ve demokrasi güzellemelerini de “aklın istikrarsızlığına mı” bağlamalıyız?

6) Peki Margulies, eğer 1968 ya da 78 kuşağına ait değilse, hangi kuşağa aittir?

Margulies, Antonio Gramsci’nin bir kavramını ödünç alırsak, siyasal İslam’ın “trasformismo” (teker teker dönüştürerek kendi tarafına geçirme) sürecine takılan entelektüellerin kuşağına aittir. Nitekim, “gösteri toplumunun” ekranlarına çıkışı siyasal İslam’ın “pasif devrim” sürecinin hızlanma aşamasına denk düşer.

Bu ekranlarda Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde “siyasetin” iki kurucu “olayına”, bir taraftan Cumhuriyet “olayına” (burjuva demokratik devrim atılımına), öbür taraftan emperyalizme, burjuva düzenine karşı ilk isyan denemesine, 1968 kuşağının deneyimine ve mirasına karşı mücadele etmek de Margulies’e düşmüştür.

Bu mücadele de onu, sosyalist hareketin tüm geleneğine ve değerlerine durmaksızın ve ulu orta saldıran bir yayında yer alma noktasına taşımıştır.

6) Peki bu noktada Margulies’i siyasi yelpazede nereye koymak gerekir? Kesinlikle Sosyalist hareketin saflarına, geleneğinin içine değil. Hoşgörülü bir yaklaşım Margulies’i liberal demokrat saflara koyabilir. Daha radikal bir yaklaşım ise, Margulies’i ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli müttefikinin, Siyasal İslam’ın “pasif devriminin” koç başı olan, uluslararası mali sermayenin ekonomi politikalarına sadık bir hükümetin ve devletin saflarına koymak gerektiğini savunacaktır.

Bu nedenle “Genç Siviller”in Margulies’e beyaz bir gömlek hediye etmeleri son derece anlamlı bir jest olacaktır.