Thursday, November 27, 2008

Hep Aynı Tuzağa Düşüyoruz

Hep aynı tuzağa düşüyoruz. “Özgün” olana takılıp, evrensel olanı kaçırıyor, sonuçsuz çabalarla kıymetli zamanı ziyan ediyoruz. Son derecede önemli bir yerel seçimler yaklaşırken Deniz Baykal’ın çarşaflı bir bayana CHP rozeti takması da buna iyi bir örnek oluşturuyor.

‘Ötekiler’ ve büyük öteki…

“Ötekine” ne kadar hoşgörülü olduğumuzu birbirimize kanıtlamaya çalışırken hepimizin katlanmakta büyük zorluk çektiği şeylere, “evrenseli”oluşturan sorunlara (kapitalizmden kaynaklanan, kriziyle daha da ağırlaşmaya başlayan, eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik) karşı ortak bir tutum geliştirmeyi başaramıyoruz.

Kimliğimizi bölerek ‘kendimiz’ olmamızı engelleyen şeye karşı taşıdığımız kızgınlığı paylaşarak, birlikte mücadele edeceğimize (Zizek), birbirimizle (etnik, dini kimlikler vb.) uğraşırken, asıl kızdığımız şeyin devam etmesinin koşullarını yeniden yaratmaya devam ediyoruz. Daha önce vurguladığım gibi (31/01/07) “öteki”ni tanımaya çalışırken büyük “ötekiyi” göremiyor, dolayısıyla, eşitlik ve özgürlüğün, ekonomik kurtuluşun evrensel koşullarını gerçekleştirecek mücadeleyi yaratma şansını yakalayamıyoruz.

Birbirimize (ötekini) nasıl hoşgörüyle katlandığımızı kanıtlamaya çabalamak yerine, “büyük ötekiyi, sermaye ilişkisini sorgulamanın yolunu yeniden bulmak gerekiyor.

Nafile bir jest

Bu açıdan bakınca, Deniz Baykal’ın, kapitalizmin yüzyılda bir gelen krizlerinden biri hızla derinleşirken çarşaflı bir bayana rozet takarak partisinin“ötekine” olan hoşgörüsünü kanıtlamaya çalışması nafile bir jest, zaman kaybı, daha da önemlisi taktik bir hata olmuştur.

Baykal’ın jesti, AKP’nin, demokratikleşmeyi İslami yaşam tarzının yaygınlaşmasına indirgeyen hegemonya söylemini olumlamak anlamına gelmiş, bu söylemin, savlarına güç vermiştir. Böylece Baykal rakibi olan partinin ve siyasi hareketin tabanının, parti etkisini yaymakta en önemli rolü oynayan çekirdeğinin özgüvenini pekiştirmiştir. Hem de AKP’nin bir referandum gibi kullanmaya hazırlandığı açık seçik belli olan bir yerel seçimler öncesinde.

Baykal’ın, bu jesti, rakibinin söylemine enerji katarak, tabanını ve saflarını pekiştirirken, kendi saflarında tam aksi bir etki yapmış, bir dağınıklık, şaşkınlık, hatta düş kırıklığı yaratmış, partinin seçimlerdeki mücadele gücünü zedelemiştir.

Dahası, Baykal’ın jesti, bir süredir siyasal İslamın hegemonya simgesi, liberal entelektüelleri kendine bağlama aracı olan “türban sorununu” arka plana iterek ekonomik toplumsal sorunları öne çıkarmaya, böylece bir sosyal demokrat partinin geniş kitlelere ulaşması için uygun koşulları yaratmaya başlayan bir konjonktürü, türban olayını, “yaşam tarzı siyasetini” yeniden canlandırarak bozmuştur.

Kitle siyaseti ama nasıl?

Siyasal İslamın sözcüleri, Baykal’ın bu jestini alkışladılar. CHP içinde bir kesim ve kimi aydınlar da kitlelere ulaşmak için yapılmış zorunlu bir adım, karşı çıkanları da seçkinci, vb. olarak yorumladılar.

Baykal’ın jestine karşı çıkanların hepsinin seçkinci olmadığı, kiminin çok pratik kaygılarla hareket ettikleri söylenebilir. Örneğin seçime gidiyorsanız, rakip partilerin alanlarına nüfuz etmeye kalkmadan önce, ilk elde kendi saflarınızı sıklaştırmanız, parti üyelerinizin özellikle kampanyaya katılacak olanların kafasının son derecede açık, partiye güveninin tam olmasını sağlamanız, geleneksel oy tabanınızı sonuna kadarkapsayıp konsolide ettiğinizden emin olmamız gerekmez mi?

Tarih bunları gerçekleştirmeden tabanlarını sağa doğru genişletmeye kalkan sol partilerin, eğer merkez sağda belirgin bir bozgun ve çöküntü yaşanmıyorsa, her zaman büyük zarar gördüğünü gösteriyor.

Dahası, toplumdaki kültürel bölünmüşlükler, birkaç jestle aşılabilir mi? Televizyonlarda izlediğimiz gibi, kimi “başı açık çağdaş bayanların” çarşaflı bayanları, sarılarak, yüzlerini okşayarak “çocuklaştırması” ters tepki yaratarak, sizin seçkinci, “yabancı öteki” imajınızı daha da güçlendirmeyecek mi?

Halbuki yüzyılda bir gelen bir ekonomik kriz hızla yayılıyor, işçi sınıfından orta sınıflara kadar “din, etnik kimlik ayrımı” yapmadan herkeste gerginlik, endişe yaratıyor, artmaya başlayan işsizlik (yalnızca tekstil de 400 bin diyorlar), yoksulluk, ailelerin boynunda değirmen taşı haline gelen tüketici kredileri, bu gelinen noktaya AKP hükümeti altında gelindiği gerçeği, size en geniş birleştirici parti çalışması ve seçim kampanyası için çok verimli bir ortam sağlamıyor mu?

Deniz Baykal’ın emekçi kesimlere, “yeni orta sınıfa”, Kürt emekçilerine, kendi solundaki siyasi akımlara ulaşması, kapsayıcı bir platform yaratmaya başlaması; bu platforma çıkarak, gerçek bir sosyal demokrat parti lideri gibi sermaye kesiminin krizden en çok zararı görecek olan kesimlerine konuşmaya başlaması gerekmez miydi? Nafile jestlerle vakit kaybedene, kargaşa yaratana kadar…

Friday, November 21, 2008

Kriz ve Fırsat

Başbakan haklı, krizden fırsat yaratılabilir. Ama onun zannettiği gibi değil.  Bazı ülkelerin deneylerinden yararlanarak şöyle bir şeyler önerebiliriz

İç pazara öncelik…

Önce, bu krizin geçici bir sarsıntı olmadığını, ihracata (özellikle de ithal girdisiyle), iç talebin dış kaynakla finansmanına dayalı büyüme modelinin tükendiğini görmemiz gerekiyor.

Kredi köpüğü sönerken, bu modelde ısrar edildikçe hem işsizlik artıyor, hem de, kriz sermayenin üretici kesimlerini imha ediyor. Türkiye kapitalizminin yola devam edebilmesi için sanayi ve tarım modellerinin/rejimlerinin değişmesi gerekir. Yeni model öncelikle, iç pazarın genişlemesini, gıda egemenliğini, ülke içi üretimin ve tüketimin desteklenmesini amaçlayan önlemleri içermelidir (Tayland).  Ancak, böyle bir modelin ülkenin dünya ekonomisine eklemlenme biçimlerini sorgulaması kaçınılmaz. Bu yeniden yapılanma, hem teknoloji hem de insan kaynakları açısından kendine özgün bir alt yapıyı, toplumsal duyarlılıklarda değişiklikleri gerektirecektir.

Bunları göz önüne alan bir proje, teknoloji, personel, kültür açısından uygun devlet kurumları ile desteklenmelidir. Örneğin DPT ve DİE gibi kurumların yeniden yapılandırılması gerekir.  Bu kurumlar (tabii ki meslek kuruluşlarıyla iletişim içinde) yaptıkları çalışmalarla hangi sektörlerin desteklenmesi hangilerini terk edilmesi gerektiğini, sermayenin ve emeğin hangi sektörlerden çıkarak hangilerin yöneleceğini saptayacak, hükümetlere yol göstereceklerdir (Güney Kore, Çin).

Tarım sektörü ise öncelikle gıda üretiminin artmasını, gıda egemenliğinin sağlanmasını amaçlayan tedbirlerle desteklenmelidir. Dahası, tarımsal nüfus yapısının güçlendirilmesi, orta ve küçük ölçekli çiftçilerin üretkenliklerinin arttırılması, buna uygun alt yapının kurulması da, hem çevrenin korunması hem de kentleşmenin yavaşlatılması açısından son derecede yararlı olacaktır. Ayrıca tarım üreticisinin küreselleşmenin etkilerinden korunması, maliyet, teknoloji, bilgi ve finansman açılarından desteklenmesi de gerekecektir (Tayland).

Kırda ve köy topluluklarında tarım dışı mal ve hizmet üretimi (el zanaatları, küçük sanayi, özel ihraç edilebilir tarım ürünleri, Turizm türleri) potansiyelinin de özellikle desteklenmesi, ürünlerinin pazarlanmasına yardımcı olunması gerekir (Tayland).

Dünya ekonomisiyle yeniden…

Bu tür tedbirleri düşünmeye başlayınca, hemen Türkiye’nin dünya ekonomisine bağlanma biçimlerinin gündeme geldiği, dış ticaret, döviz rejimlerinin iç piyasayı destekleyecek ve koruyacak biçimde düzenlenmesinin, sermaye giriş, çıkışının kurallara bağlanmasının gerekli olduğu görülüyor (Malezya).

Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının da, “yeşil saha yatırımlarıyla” sınırlanması, gerektiğinde teşvik edilmesi, ancak, içerde yeni talep, ihracat geliri yaratmak, çevre koşullarına uygunluk, kaynakların sürdürülebilirliğinin korunması, teknoloji transferi koşullarına bağlanması gerekecektir (Çin).

Dış borç yapısı da yeniden düzenlenebilir, ya da bir programa bağlanabilir. Bunlar olmazsa toptan, veya kısmen silinmesi gündeme alınabilir (Arjantin).

Sunday, November 16, 2008

Kriz ve İnsan

(Cumhuriyet 12.11.2008)

Kriz derinleşiyor. Dünyadan, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden acı haberler geliyor. İşsizlik, yoksulluk, iflaslar hızla artıyor. Borç köpüğü sönerken ABD’den Hindistan’a insanlar servetlerini, hatta ailelerine bakma kapasitelerini, dolayısıyla özsaygılarını yitiriyor, kimileri intiharı seçiyor.

Bu felakete bir sorumlu aranıyor. Kimileri, ödeme şansı olmadığı halde ev alanları, buna göz yumanları, heç fonları, açgözlü bankerleri, ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan’ı, ucuz kredi, umarsız borç verme ve alma ortamını suçluyor. Krizi emekçilere saldırmayı amaçlayan kapitalistlerin çıkardığını savunan garip solcular da var. Sonunda da ortaya “kapitalizmi, kapitalistlerden (insandan-E.Y) kurtarmak” önerisi çıkıyor.

Biraz felsefe…

Halbuki, bu öneriye, görüntüleri temel alarak değil de krizin nedenlerine, Hegel ve Marx’ın uyarılarını anımsayıp içeriğin çelişkilerini, dinamiklerini, anlamaya çalışarak bakarsak, tam tersine “kapitalistleri sermayeden kurtarmak gerektir”i görebiliriz. Marx da “Kapitalist yalnızca taşıyıcıdır” derken tam da bu noktaya değinmiyor muydu?

Sermaye, karşılaştığı her şeyi metalaştırarak, daha fazla işçiyle karşılaşarak, daha fazla canlı emek tüketip daha fazla kâr üreterek, merkezileşerek, yoğunlaşarak genişleme eğiliminde olan bir sosyal ilişkidir. Kapitalist bu sürecin aracı, taşıyıcısı ve üzerinde yaşayan insandır. Burada, Deleuze ve Guttari’nin yaptığı ayrım da bize yardımcı olabilir: Sermaye (sürekli canlı emek tüketen) “bir kâr makinesidir”, insansa “arzulayan bir makine”.

Sermaye “makinesi” yoluna devam ederken çevresini salt maddi olarak değil, simgesel (ideolojik) olarak da dönüştürür: Sürekli, eski “kodları” çözer yenilerini kurar. Bu, arada bu genişlemeden arzularını tatmin etmek açısından büyük ayrıcalıklar elde ederek yararlanan kapitalistin gözü kamaşır; kendini yönetimde sanmaya, diğer insanlardan farklı ve üstün görmeye başlar. Ta ki sermaye ilişkisi krize girene kadar… Diğer bir deyişle iç çelişkilerinin biriktirdiği sorunlar, sermayeyideğişme/yok olma ikilemiyle (kriz) karşı karşıya getirene kadar.

O zaman, sermayenin yeterince kâr edemeyen kesimlerindeki hareket durmaya başlar. Bu kesimler üzerinde yaşayan kapitalist ve işçiler de, küresel ısınma yüzünden sular yükselirken yaşadıkları adada ayaklarını bastıkları topraklar yok olmaya başlayan yerlilere benzerler. Kimi kapitalistler, birikmiş servetlerine binerek başka adalara göç edebilir, yeniden başlayabilirler. Diğerleriyse, işçilerle birlikte, bunların arkalarından bakakalır.

İnsan aklı ve irade…

Tarih, önceki krizlerin dersleri, sermaye insanlar tarafından denetim altına alındığında, krizi, yıkımı sınırlayarak aşılabilme olasılığı olduğuna işaret ediyor. Bu denetimin yolu da öncelikle kapitalisti sermayenin göz kamaştırıcı etkisinden kurtarmaktan geçiyor.

Örneğin, son günlerde Türkiye’de tekstil ve inşaat sektöründen iflas, işten çıkarma, intihar haberleri geliyor. Bu iki sektördeki işletmeler, bu noktaya, geçmişte attıkları adımlarla geldiler. Sermaye bulunduğu yerde (aklı olmadığı için) genişleme çabasına devam etti. Halbuki, ülkede uzun dönemli düşünebilen bir planlama kuruluşu olsa, bundan 10 yıl önce Asya yükselmeye başlarken tekstil sektöründe çalışanlara, bir an evvel bu sektörden çıkmaları gerektiğini söyleseydi, hükümetler bu çıkışı kolaylaştıracak yardımı, teknoloji ve bilgi edinimini sağlasaydı bugün başka bir yerde olurduk. İnşaat sektörü, doğru bir kent planlaması olmayan, mali denetimden yoksun bir ortamda, kredi köpüğünün üstünde bugünkü noktaya geldi. Şimdi, bir gün geleceği önceden kolaylıkla görülebilen bir noktada, inşaatları sürdürecek kredi hızla azalır, yapılanlara talep hızla daralırken sektörde çalışanlar (kapitalist ve işçi) yukarıdaki adanın yerlilerine benzemiyorlar mı?

İşte tüm nedenlerle, geçmişte, 1930’ların krizinden sonra, kapitalist devlete, sermayenin krizlerinde insanı koruma olanaklarını sunabilecek planlama kurumlarına, sermayeden gözü kamaşmayacak uzun dönemli düşünebilen uzmanlara ve bürokrasilere rağbet artmıştı, ta ki neoliberalizm sermayenin mutlak hâkimiyetini restore edene kadar…

Bugün bu saptamalar “kapitalistlere” artık küfür gibi gelmemelidir. Bunun iki nedeni var. Birincisi, canlarını ve mallarını sermayenin krizinden korumak için devlete, uzun dönemli düşünen, yol gösterebilen uzmanlara gereksinimleri var. İkincisi, kapitalistlerin en aşırı örnekleri, şimdi hızla tüm sınıfı temsil eden, realitede onun yerine geçen simgelere dönüşüyorlar. Bu aşırı örneklere yönelik nefret, Yahudi düşmanlığına, halk tabakaları arasında genel bir sermaye sınıfı nefretine dönüşme noktasına doğru kabarıyor.

Kapitalistler açısından yeni bir sınıf uzlaşması aramanın, sosyal demokrasiye yönelmenin, hem krizde bu günü kurtarmak, gelecekte de iktidarlarını korumak için hızla tek çare olmaya başlıyor.

 

Saturday, November 15, 2008

“Mustafa” ile ilgili bırakılan notlar üzerine

 “Sıradan” insan ve “kahraman” üzerine bir not:

“Sıradan” insan tarih sahnesine çıkmamış, “yapıya” ait, yasaya bağlı insandır, mücadele etmeyen, “yaşamayı” seçen bireydir.

“Kahraman” tarih sahnesindeki insandır. “Yapıya” uyumsuz, yasaya karşı, mücadele eden yaşamı kaybetmeyi göze alan “özne”.

“Sıradan” insan bu durumunun, (özne olmasını, tarih sahnesine çıkışını önleyen korkularının) bilincindedir. Bu ağrı veren bir bilinçtir. Bu ağrıyı katlanılır kılmak için bir “fantezi” gerektiğinde, “ ‘O’da, eninde sonunda benim gibi biri işte” inancı çok işlevsel olabilir.

Ama “O” yalnızca biyolojik olarak  “benim gibi” biridir. Toplumsal varlığı ise çok farklıdır, iki anlamda: Bir “yapıya” karşı çıktığı için. İki, bu karşı çıkış evrensel bir anlam kazandığı için.

Bu sıradan insan sözüne takılarak “düşünmeden”, “ hah işte seçkinci biri” demeye hazırlananlar için. Bir ek: Birini kahraman yapan tarihsel koşullar kitlelerin, sınıfların hareketinin, mücadelesinin ürünü / sonucudur. Kahramanın eylemine tarihsel anlamı, evrensel olma özelliğini bu mücadelelerin kazandırır. Özne, kaderini bu mücadelelerde “doğru” tarafla özdeşleştirdiğinde, bir kahramanın oluşması için gerekli özelliklere kavuşabilir. Yoksa, yapıya uyumsuz ve yasaya karşı olan “özneyle”, bir psikopat arasındaki farkı saptamak olanaksızlaşır.

Tarih sahnesinden geçmiş bir “kahramanla”, özel yaşamı üzerinden ilişki kurmaya kalkmak boşuna bir çabadır. Bir hayaleti kovalamaktır. Diğer taraftan bu yakınlaşma çabasını, onun özeline girerek, onu kendi özelime sokarak “senleştirme” çabasına, "sıradan" insanlar arasında bile şırnaşıklık denmez mi?

Ek (1): Türk halkına uşak dediğimi ileri sürerek bu tartışmaya katılan arkadaş, “kötü niyetin” anlamayı ve diyalogu nasıl engellediğine ilişkin çok güzel bir örnek oluşturuyor kendisine teşekkür ederim. 

Ek (2)  Boccaccio, Shakespeare, Dostoyevski, Balzac, Çehov, Thomas Mann, Yaşar Kemal… Bu yazarların sıradanb insanla ne kadar ilgilendiği tartışılır. Özellikle Shaskerpeare’in (Hamlet, Lear, Machbet, Prospero, Venedik taciri bile “sırada” değildir… Zaten “Trajedi” Tarifi gereği sıradan insanlarla uğraşmaz), Balzac ise “sıradan” insanla kahramanı, etik zeminde hep karşılıklı, mukayeseli bir sınava sokmaz mı? Yaşar Kemal’in ince Mehmet’i de “sıradan” değildir…

Önce, Romantik, sonra Modernist edebiyatta sıradan insana ilgi artar. Artar ama dikkatle bakıldığında,  çoğu kez, ya kahramanlaşma, ya özne olmaya yönelik tercihler her zaman gündemdedir bu  “protagonist” için.

Son olarak: Blog’a not bırakan üç yazara da teşekkürler “gümişi hücreleri” çalışmaya zorladıkları için… 

Thursday, November 06, 2008

"Mustafa"

(Cumhuriyet 05.11.2008 ) 

“Mustafa”yı görmedim, görmeye de niyetim yok. Bir “insan” olarak, “gerçek” “Mustafa” hiç ilgimi çekmiyor. Beni ilgilendiren“Mustafa”nın simgesel (anlamlar sistemi içindeki) kimliği. Benim anlamlar sistemime bu kimliğiyle, belli bir tarih yorumu içinde kendisine yüklenen kimlikle, Mustafa Kemal olarak girdi. Bu kimliği olmasaydı Mustafa’dan haberim bile olmayacaktı, sizlerin de… Bu yüzden benim için (sizin için de) bu anlamlar sistemi içindeki varlığı dışında “gerçek” bir“Mustafa” yok.

Öyleyse, bir yorumcunun vurguladığı gibi, “sen”lenmiş, “kat kat etiketlerinden temizlenmiş” (!), bir başka yazarın işaret ettiği gibi, karşımıza “zaafları, aşkları, hırsı, sigarası, içkisi, dinden imandan uzaklığı ile” bir Mustafa getirmenin anlamı ne?

Kahraman ve uşağı

Hegel’e göre “Hiçbir kahraman uşağı için kahraman değildir. Kahraman, kahraman olmadığı için değil, uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa, kahraman olarak değil, yiyen içen, giyinen, kısacası, ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür” (Tinin Fenomenolojisi, Oxford, 1977, Miller çevirisi, sf, 404)

Bu “siz onu kahraman olarak görüyorsunuz ama aslında böyleydi” “düzeltmesini” Hegel, “kahramanı yargılayan ahlakçı uşağın” tavrı olarak görerek, küçümsüyor. Hatta, kahramanın kişisel özelliklerinin eyleminin, evrenselliğinin karşısına asla konulmaması gerektiğini savunuyor.

Çünkü bu “ahlakçı uşak yargısı”, kahramanı (eylemleriyle, tarih içindeki konumuyla, uşaktan çok farklı bir yerde duran kahramanı) “tüm etiketlerinden temizleyerek” etkin özneden” “pasif bireye”, tarihsel insandan, gündelik insana indirger, böylece onun anlamlar sistemi içindeki kimliğini yok eder. Simgesel kimliği yok edilen, konuşulamaz hale gelir!

“Mustafa”yı tarihin ona yüklediği etiketlerden soyutlarsak geriye ne kalır? Biyolojik özelliklerine indirgenmiş bir “arzulayan makine”, hepimiz gibi biri. Ne yok olur? Tarihsel “Mustafa” (Mustafa Kemal). Peki, Mustafa Kemal nedir: Cumhuriyeti kuran adam? Etiketlerinden kurtulmuş “Mustafa” ile Cumhuriyeti kuran adam arasında bir ilişki kurulabilir mi? Kurulamaz! Çünkü, Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal, Cumhuriyeti tek başına kurmamıştır. Cumhuriyet belli kadroların önderliğinde, sınıfların katılımıyla, desteğiyle, belli siyasi fikirlerin, tarihsel akımların, geleneklerin etkisi altında kurulmuştur. Tarihsel “Mustafa”(Mustafa Kemal) tüm bu karmaşıklığın simgesi olarak var olan “kahraman”ın adıdır.

“Arzulayan makine” olarak, “Mustafa” tabii ki “kendi derisinin altında yalnızdır”, hepimiz gibi. Arzuları gerçekliğin sınırlarını aşar, hepimizinkiler gibi. Her zaman mutsuz ve melankoliktir, metalar dünyasında, kimliği bölünmüş tüm “modern” insanlar gibi, yani hepimiz gibi. Ama bunlar sıradandır, günceldir, bayağıdır. Peki, ama neden ilginçtir ve kimin için?

Resmi ve ‘gerçek’ tarihler…

Bunları “düşünürken”, “resmi tarih” (bir şeyleri örten tarih) karşısına, bir şeyleri açan “gerçek”, “resmi olmayan” tarihi koyma çabalarını anımsadım. Tarih (diğer bir deyişle, geçmişte yaşanmış olgular arasından bazılarını seçerek bunlara bir anlam veren metin) her zaman bir şeyleri (kimi olguları) dışarıda bırakır, ancak böyle yaptığında bir “tutarlılık” kazanabilir. Bu yüzden de“resmi tarihe” karşı itiraz, aslında başka bir metni “resmi tarih” yapma talebidir. Başka olguları seçen, başka olguları dışarıda bırakarak yazılan bir tarih talebi… Bu talepse “evrensel” olanın yazılacağı “alanın” ele geçirilmesi, hegemonya altına alınması çabasından başka bir şey değildir. Son derecede siyasi bir çaba…

Bugün Türkiye’de evrensel olanın yazılacağı yerin ele geçirilmesine, hegemonya altına alınmasına ilişkin bir savaş sürüyor. Ne yazık ki bu emekle-sermaye arasındaki bir savaş değil. Bu Kürtlerin taleplerinden yana, karşı olanlar arasındaki bir savaş da değil. Bu iki savaş tabii ki var. Ama evrensel olanın hegemonya altına alınmasına ilişkin savaş, bugün bunlar arasında değil, taban tabana zıt iki “hakikat rejimi” (Aydınlanma ve Din) arasında sürüyor. Galip gelen evrensel olanın anlamını hegemonyası altına alacak, belirleyecek. Bu yüzden, bu iki “hakikat rejimi” arasındaki savaşın sonucu, sınıf mücadelelerine, ulusal, etnik hak taleplerine, hatta cinsel tercihlerin özgürleşmesine ilişkin savaşların simgesel evrenini (anlamlar sistemini) de belirleyecek. Aydınlanmanın (içindeki kimi karanlık yanları unutmadan) “hakikat rejimi” kazanırsa, ulus, sınıf, etnik çıkar, cinsel tercihler vb. gibi kavramlarla siyaset yapılmaya, mücadele edilmeye, “dünyalar” kurulmaya ve yıkılmaya devam edilecek. Bir diğeri (içindeki tüm insani değerlere rağmen) kazanırsa, sınıf, ulus etnisite, “cinsel tercih” gibi kavramlar “evrensel olanın” altında oluşacak yeni söylemde kendilerine yer olmadığını görecekler…

“Mustafa” filmi, işte bu “evrensele egemen” olma mücadelesinin içinde ortaya çıktı. Yapımcısı, evrenselin omuzları üzerindeki ağırlığından, çatışan “hakikat rejimlerinin” yargılarından kurtulamaz. Tarihsel (Cumhuriyeti kuran her şeyin simgesi) Mustafa Kemal’i, tüm “etiketlerinden” sıyırarak insanileştirme (böylece onu “yok etme”) girişimi yapımcının hangi “hakikat rejiminin”hegemonya projesinin etkisi altında kaldığını da gösteriyor. Buradaki ironiyi görmemekse elde değil.